Konya
26 Nisan, 2024, Cuma
  • DOLAR
    32.47
  • EURO
    34.84
  • ALTIN
    2440.5
  • BIST
    9915.62
  • BTC
    63941.69$

Hane-i Saadet ve Metafizik Vatan Kavramları Üzerine

30 Nisan 2016, Cumartesi 10:24

 

İki hane (ev) den söz edilir. İlki fiziksel hane, insanın tek başına ya da ailesiyle başını sokacağı, yağmurdan, yaştan korunacağı, kışta karın soğuğundan, yazda güneşin sıcağından uzak olacağı, kem gözlerden emin olacağı bir barınaktır. İkincisi metafizik hane, yani eskilerin diliyle ‘hane-i saadet’ ise, kişinin eşiyle, çocuklarıyla ve ebeveynleriyle huzur içinde yaşadığı, aile değerlerinin tutumlarında dışlaştığı kurumdur. Metafizik haneyi oluşturamayan kişiler ne kadar lüks ev, konak ve yalılarda yaşasalar, rahatlığın, konforun alâsına sahip olsalar da mutluluğu tadamazlar.

Çarpıklığa bakınız ki, geleneksel toplumda “Komşu komşunun külüne muhtaçtır” ilkesiyle büyüyen bireyler apartman ve sitelere taşındıkları an geçmişlerindeki duyarlıkları unutuveriyorlar. Yeni taşındıkları konutların güvenliliği karşısında komşularına ihtiyaçlarının kalmadıklarını mı sanıyorlar? Aynı apartman sakinleri asansörü birlikte kullanmamak için çeşitli tuhaflıklar sergiliyorlar. Birinci derecedeki yakınlarıyla küsülü olan kişilerin yabancı ülke insanlarıyla internet dostluklarından söz etmesi tuhaf değil midir? Şimdilerde çoğu insanların irtibat kurdukları kişilerin sayısı on ya da onbeş’i geçmiyor. Günümüzde bu ayrışma bireylere kadar indi, aynı ailede yaşayıp da odalarından çıkmayıp birbiriyle konuşmayan bireysel gettocuklar oluşuyor. Batı dünyasının en ivedi sorunlarından olan bu durum, insanımız için de “kendine yabancılaşma” değil de nedir?

İki de vatandan söz edilir. İlki fiziksel, ikincisi de metafizik vatandır. Fiziksel vatan, bir toplumun egemenliğine bırakılan toprak parçası, yani coğrafyadır. Ya da coğrafi sınırlarının uluslar arası camia tarafından tescil edildiği yurt toprağı olan vatandır. Misak-ı Milli’nin sınırları dışında kalanlar dışında ülkemizin sınırları Lozan’da fizik vatanımız olarak tescil edilmiştir. İkincisi ise metafizik vatandır, yani bir toplumun, tüm bireylerinin ‘birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için’ anlayışına dayanan bir kuşatıcı dünya görüşü temeline bağlı bir değerler manzumesine sahip olan insanların yaşadığı vatandır.

80-90 yıl sonra elimizdeki bu coğrafyada yaşayan halklar ya da toplumsal kesimlerin görünüşe bakılırsa kendi aralarında ülkemizin bütünlüğü, istikbali ve birlikteliği konularındaki temel duygu karşıtlıkları göz önüne alındığında metafizik vatanın oluşturulabildiği söylenemez. Fakat bu parçalı ve ayrışmalı görüntünün, tabii mi suni mi olduğu, ülkenin halkları arasındaki derin çelişkilerden mi yoksa dış mihraklara gönüllü tetikçilik yapan dahili çıkar gruplarının yaygaralarından mı kaynaklandığı belirgin değildir.

Aydınlanmasını gerçekleştiren ülkelerde bireyler, birbirlerine muhtaç kişiler olduklarının farkındadırlar. Temel insan haklarına ve hariçten gelebilecek tehdit ve tehlikeler karşısında karşıt gruplar bile ortak tutum sergiler. Ülkemiz içindeki her türlü görüş ve anlayıştaki toplumsal grupları –solcu-sağcı, laik-muhafazakar, etnik ayrımcı-ümmetçi, modern-klasik, radikal-ılımlı- sınırları içinde barındırabilecek, onları özümseyip (absorbe) koruyacak, komşunun, hele hasmın eline hiç düşürmek istemeyen koruyup kollayıcı, düşünsel ve adil bir çatısı, yani intelijansiyası olacaktır. Böyle bir yaklaşım sayesinde ancak bir toplum, sürtüşme ve çatışma temelli değil, dayanışma ve yardımlaşma kültürüyle her alanda atılım yapabilir. Toplumlar metafizik vatanı oluşturamazlarsa, ne denli sağlam, korunaklı, sınırları güvenli fiziksel vatana sahip olurlarsa olsunlar, halkı birbiriyle kaynaştıramaz, toplumsal gruplar arasındaki zıtlaşma ve çatışmaları önleyemezler.

Toplumda ‘kendine yeterli birey’ olmanın yolu yalnızca ekonomik bağımsızlıkla gerçekleşmiyor. Ekonomik yeterliliğe ulaştığına inanan insanımız kaynaşmayı pekiştireceğine yakınlarından bile kopuyor. Bireylerin sosyalleşmelerinin yolu toplumdaki tüm bireylerle uyum içinde yaşayabilmek için ortak bir değerler skalası oluşturmaktan geçmektedir. Dolayısıyla bireylerin zihni, kalbi ve teknik donanıma sahip olmalarının ancak monolog değil karşılıklı diyalogla mümkün olabileceği kavranmalıdır.

Bizim de içinde bulunduğumuz batılılaşma sürecini yaşayan toplumlar, aydınlanabilmek, modernleşebilmek ve ileri demokratik haklara ve teknolojik ürünlere ulaşabilmek adına yerli kültürlerini ve ahlaki değerlerini ya tümüyle yitirdi ya da işlevleri olmayan müzelik eşya ve folklorik unsurlar haline dönüştürdü. Çünkü aydınlanmayı ve modernleşmeyi kavrayabilecek yerli bir metafiziğimiz olmadığı, yerli kültür ve ahlaki değerleri koruyabilecek bir felsefi öğreti oluşturamadığımız için ne modernleşmeyi ne de aydınlanmayı gerçekleştiremeden batı dünyasının kültürel kodları ve metafizik değerlerinin hayranı haline geldik. Oysa ki her uygarlık aydınlanmasının formunu dışarıdan da alsa içeriğini kendi uygarlık değerleriyle donatmak durumundadır.

Dolayısıyla ülkemizde fizik vatanın oluşturulduğunu söyleyebilsek de metafizik vatanın oluşturulduğunu ne yazık ki net olarak belirtemiyoruz. Bunu nereden anlıyoruz? Meşrutiyetten beri aydınlarda, sonra da halk kesiminde ilerici-gerici ayrıştırmasıyla başlayan toplumsal grup çekişmelerini sona erdiremeyişimizden anlıyoruz. Metafizik vatanın oluşturulamayışının sonucu olarak aynı ulusun bireyleri birbirlerine şaşı bakar hale getirildi.  Her toplumsal grup, topluma yalnızca kendi grup asabiyetiyle bakıp değerlendirme yapıyor. Bu gidişin ülkemiz ve insanımız için istendik bir durum olmadığı açıktı. Bilim, din ve siyaset adamları ve düşünür ve sanatçılar sorunun üzerine dikkatle ve titizce eğilmeli, toplumsal uzlaşının bir formülü üzerinde çalışılmalıdır. Ancak bu kesimin çoğunluğundan ses çıkmıyor, halka değil de yabancılara şirin görünmek isteyen örgütlü birkaç marjinal grup da ülkeyi gürültüye boğuyor.   

Batılılar, 12-13. ve 14. yüzyıllarda ilk Rönesans ve 17. yüzyıllardaki aydınlanmalarının formunu Doğu-İslam uygarlığından aldıkları halde içeriğini Hıristiyan inançları, Grek ve Roma uygarlığı ile doldurdukları için İslam uygarlığının içinde erimediler. Aksine atılım yapıp günümüzde tarih sahnesine dünyada rakipsiz, egemen ve biricik uygarlık olarak çıktılar. Ama günümüz Türk-İslâm uygarlığı yerli metafiziğini oluşturamadığı için Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerindeki aydınlanma çabalarıyla formu batıdan aldığımız gibi maalesef içeriği de batıdan almak zorunda kalınca bizim aydınlanmamızın hakiki değil göstermelik olması kaçınılmaz hale geldi. Ötekini içimizden çıkartmak durumunda kaldık. Çünkü neredeyse her toplum, kendi yerli ve milli kültürünü evrensele taşıma bilinciyle aydınlanmasını sağlar. Hiç kimse başkasının atına binerek kendi gideceği yere gidemez. Atına bindiği şahsın gideceği yere gider.

 

 

 

 

 

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.