Eylemsizlik (Aykırı Sıradanlığın Öyküsü)
Geçip giden karanlık geceler, hiç mi bir şey öğretmedi sana? Onca gözyaşı, onca çığlık, onca kırılmış düşler, umutlar, hiç mi bir şey katmadı sana? Neden değişmek istemiyorsun? Haydi anlat bana! Nedir seni tutan? Daha ne olması gerekiyor anlaman için? Ne olunca açılacak gözlerin? Ne zaman vazgeçeceksin, körler çarşısında ayna satmaktan?
Bu soruları bilmem kaç yıldır, bilmem kaç bin kere sorduktan sonra, uykuya bıraktı yorgun bedenini. Hiçbir şeyin değişmeyeceğini bilerek…

Gece defalarca kalkıp, defalarca uyumaya çalışarak, bazen şiir, bazen şarkılar yazarak sabahı etti yine. Uykusunu aldı mı, yoksa uykusuz muydu bilmeden başladı yeni güne. Yeni gün deyişim sözün gelişidir. Onun için bütün günler bir idi. Birbirine benzeyen milyonlarca insan gibi…
Sert bir kahve, yanında dört beş sert sigarayla, hazırdı artık çalışmaya. Dağınık, kirli, insanın içini karartan rutubetli evinden ayrıldı. Sadece yaşayabilecek kadar temizlik yapardı. Gerisi onun için yüktü. Nefret ederdi evinden ama değiştirmek için en ufak bir çaba göstermezdi. Kendini bile değiştirmekten aciz bir insandan beklenmeyecek bir hareket olurdu bu zaten. Sabah saat sekiz buçuk gibi, yıllardır çalıştığı iş yerine geldi. Evinden hallice odasına geçti hemen. Bir kahve demledi. Sonrada sigaralarını peş peşe yakmaya başladı. On iki yıldır aynı yerdeydi. Kütüphanede şefti. Yükselebileceği en son yer de burasıydı galiba. Eskiden kitap okurdu. Zamanını okuyarak geçirirdi. Şimdi ise, sadece kahve ve sigarayla geçirir olmuştu. Hep cepten yiyordu artık. Kim ne sorsa, geçmişte edindiği tecrübelerden yararlanarak yanıt veriyordu. Bugüne dair, şimdiye dair en ufak bir düşüncesi, bilgisi yoktu. An, zaman, mekân, onun için koca bir hiç idi. Dışarıdan bakıldığında, öyle hüzünlü birisi gibi durmazdı. Aksine son derece komik, sürekli şakalar yapar, çokça gülerdi. Hüznünü derinlerde saklar, kimseye çaktırmazdı. Ya da o, öyle olduğunu sanıyordu, kim bilir…

Bir yerde koca bir hata vardı. Hayatının böyle olmasını sağlayan şey neydi? Neden yanıtı yoktu sorularının? Neden geçmişinde sıkışıp kalmıştı? Bu mahkumiyetin nedeni neydi? Ne suç işlemişti ki, cezası müebbet bir yalnızlık olmuştu? Yüzü tanrıya dönüktü. Peki, yüreği nereye bakıyordu? Hissetmek neydi? Ne olunca insan, hissettiğini anlıyordu? Tüm yaşamı, koca bir kısır döngüye dönüşmüştü artık. Aynı yerde, aynı sorularla, aynı acıyı, aynı şarkılarla atlatmaya çalışıyordu.
Yine gün bitti. Ağzına kadar dolmuş küllüğü, çöpe boşalttı. Kahve içtiği kupayı yıkayıp yerine koydu. Ceketini alıp, odasından ayrıldı. Herkesle vedalaşıp iş yerinden uzaklaştı. Kalabalıkta bir yerlere yetişmeye çalışan insanları izledi. Onların bu garip tutkularına imrendi. İçinden; “insanın bir amacının olması, güzel bir şey olsa gerek” diye mırıldandı. Bir yarım saat yürüdükten sonra evine ulaştı. Girdiğin an, insanın içini karartan odasına geçti. Soyundu dökündü. Kahvesini demledi. Sigarasını çıkardı. Kaldığı yerden saçma yaşantısına devam etti.

Bir son, bir değişim bekliyordunuz değil mi? Okuduğu bir kitaptan etkilenmesini, ya da yolda tanıştığı birisi sayesinde yeniden toparlanmasını bekliyordunuz. Antik Yunandan beridir anlatılan yazma tekniklerinde, böyle bir şey yoktur asla. Bir öykü gelişir dönüşür. Bir karakter değişir dönüşür. Ancak böyle olunca bir öykü, bir film, bir tiyatro metni olur. Ancak günümüz gerçekliği bu değil. Yüzbinlerce, hatta milyonlarca insanın öyküsü başka türlü artık. Aynı yerde, aynı şeyi yaşayan ve hiçbir şey yapmadan, hiç hareket etmeden yaşlanıp ölen...
Hamlet gibi milyonlarca insanın teması eylemsizlik olmuş durumda. Aklında intikam olan ama bunun için en ufak bir şey yapmayan…
Okuldaki hocam bana bir gün; “eylemsizlik de bir temadır” demişti. Evet, yeni insanın teması eylemsizliktir. Değişmek isteyen, ancak olduğu yerde öylece duran. Tıpkı, bu öyküdeki karakter gibi.