Fakirliğe Övgü
Ortaçağ Avrupa’sında, başka bir deyişle Kilisenin en güçlü olduğu dönemde, “çilecilik” diye bir gelenek vardı. Feodal düzen her yere ulaşmış, sistematik olarak zengin yoksul birbirinden net bir şekilde ayrılmışlardı. Bu güç dengesi içinde kilise o kadar güçlü konumdaydı ki, hangi kralın tahta geçeceğine, kimin ne zaman tahtan ineceğine karar verebiliyordu. Hiçbir kral, kiliseye sormadan, danışmadan herhangi bir karar alamıyordu. Kilisenin onayından geçmeden köklü bir değişiklik yapılamıyordu. Bu sistem Rönesans dönemine kadar devam etti.

Kısaca özetlemek gerekirse çilecilik geleneği şuydu. Hz İsa’nın dünyadaki insanlar için, onların diğer dünyada acı çekmemeleri için kendini feda ettiğine inanılıyordu. O yüzden de her insan, günahkâr olarak doğuyordu. Bir Hristiyan’ın dünyaya geliş amacıysa çile çekmekti. Bunu başardığında cennete kavuşacak, Hz İsa’nın krallığına karışacaktı. Mal ve mülke uğraşmamalı, onlardan mutlaka kendini kurtarmalı, niye geldiğini asla unutmamalıydı. Bu inanca inanan yüzbinlerce Hristiyan, bütün servetini kiliseye bağışladı. Fakirliğe övgü kiliseyi muhteşem bir servete ulaştırırken, sıradan insanı daha da yoksullaştırıyordu. Biraz öncede dediğim gibi bu tezgâh, Rönesans dönemine kadar devam etti.

Çilecilik geleneği hiçbir zaman tamamen yok olmadı. Tek Tanrılı dinler tarafından ziyadesiyle benimsendi. Kötüye giden her durumda, yoksulluğun içselleştiği her olayda devreye girerek halkı durdurmayı, isyanları önlemeyi başardı. Birçok zalim kesim için dinler; halkı uyutma, susturma aracı olarak kullanıldı ve ne yazık ki çoğunlukla da başarılı oldu.
Bu olayların üzerinden yüzlerce yıl geçti. Dünya değişti gelişti. Sözüm ona modernleşti, çağdaşlaştı. Ancak bunlara rağmen bazı olgular hiç değişmedi. Her zor durumda birileri çıkıp fakirliğe övgüler düzmeye devam etti. Bu günde aynı övgüler devam ediyor durumda. Dikkat edilirse eğer, fakirliğe övgüyü kim yapıyorsa, onun durumunun muhteşem olduğu görülecektir. Bir elinin balda, diğer elinin de ihalelerde olduğu görülecektir. Aslında gerçekler hiç uzağımızda değil. Ancak insanın doğasında olan vazgeçme duygusu, ya da başka bir söylevle kabullenmeme durumu, bizlerin hep aynı yerde kalmamızı sağlıyor. Toplumlara zorla öğretilen, “öğrenilmiş çaresizlik” giderek ruhlarımızda içselleşmiş vaziyette.

İnsanca yaşamak, istisnasız her bireyin hakkıdır. Bunun dinlerle hiçbir ilgisi yoktur. Yaradan hiçbir kuluna yoksul kal, yoksulluktan asla vazgeçme diye bir istekte bulunmaz. Kimse bu dünyaya salt acı çekmeye gelmedi. Sırrı çözmek, doğruyu gerçeği aramak, yaratılmışları anlamak ve algılamak için geldi. Bu dünyada en çok acı çeken, kesin cennete gider diye bir inanış olamaz. Bunun adı gerçek manada çıkarcılıktır. Böyle bir olgu akla mantığa aykırıdır. Yaradılışın özüne aykırıdır. İsraf etmek, kaynakları bilinçsizce kullanmak, tüketim çılgınlığına girmek ayrı, yoksulluk kavramı ayrıdır. Bunları birbirinden ayırmak durumundayız. Yoksa kandırılmaktan başka seçeneğimiz kalmaz.