Konya
10 Mayıs, 2024, Cuma
  • DOLAR
    32.27
  • EURO
    34.88
  • ALTIN
    2435.2
  • BIST
    10268.58
  • BTC
    62636.21$

TARİHİMİZLE KAVGALIYIZ

25 Mart 2017, Cumartesi 07:47

Bazılarının gözü fal taşı gibi açılır. Yüz ifadeleri gerilir. Vücut kimyası bütün elementlerin hışmına uğramışçasına ağırlaşır, sanki ağırlığı kat be kat artarak galata dubası haline gelir. Çünkü o hiç tanımadığı kendi geçmişi olan atalarının tarihine(bilhassa Osmanlı) düşman hale getirilmiştir. Hani beyin göçü deriz bir ülke de rahat çalışma imkânı bulamayan, başka bir ülke de araştırmacı alan bilgisi üzerine daha rahat ortamları tercih eder ve kendine sunulan tekliflerin sonucunda bilinir kıymeti ve alır başını gider o ülkeye. Beyin göçü olur da beyin yıkama olmaz mı? Hele Türkiye gibi ülkelerde bal gibi kaymak gibi olur. Üstüne üstlük bu yeni savunulan ve eski düşmanlık üzerine kurulan kurguları düzenleyenlerde bizim içimizde olanlardır. Yani bunlar başkalarının adına kendi ülkesini yaşanamaz duruma getirdiklerinin bilerek farkına varmalarına rağmen aldıkları kültürel eğilimler onlarında beynini dışa bağımlı hale getirmiş onlarda kendi insanını aynı anlayışla bir heykeltıraş gibi kafalarını yontmaya hafızalarını kazımaya ve kimlik değiştirir bir ortama doğru sürüklemeye meyilli olmuşlardır.

Şöyle bir söz okumuştum. Devletin en güçlüsü kendisini vatandaşının ensesinde en az hissettirenidir. Rahmetli bizim bir müdürümüz vardı eğitim enstitüsünde okurken, kızdığı zaman ensenizde boza pişiririm derdi. Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun inşallah. Derste bir gün şöyle demişti.”Benim bu okuldan mezun ettiklerim üniversite de ders verir”.O zamanlar bu sözlerin bize tesiri sadece uygun not almak için çalışmamız gerektiği şeklinde anladığımız bir formattı. Hâlbuki öğrenme bir olayın nedenleri üzerinde akıl yorma ve yorumlarla akıl yürüterek analizden senteze somut verilere ulaşabilmekti. Muhakeme ve muhasebe gerektirirdi. Lakin okullar ister geçmişte isterse bugün olsun daha çok ezbere dayalı, not öncelikli 45’i kurtarma faaliyetinden başka bir şey değildi. Bu sistemin kurbanları olarak toplumsal travmalar yaşamak kaçınılmazdı. Tahammülsüzlük ve saldırgan tutum geliştirmek hoş görü sahibi olmaktan daha kolaydı. Çünkü bize getirilen ve Avrupa formatlı sistemde tamamen kapitalizmin öngörülerine göre dizaynlı, emperyalizmin pençesinin çalıştırıldığı, insanların makine ile eş değer ve toplumsal bir üretken mahlûk olarak lanse edildiği akıl imparatorluğunun denizin kıyısı değil, tamamının kendisi olarak ruh ve duygulara sahip ve galip ilan edildiği, duygusal olgunluktan ziyade kişisel menfaatçilik kalkanında her türlü dini argümanların yok sayıldığı ya da vicdanlara hapsedildiği bir akıl tutulması yaşadık. Yaşamaya devam ettiğimiz bu enstrümantal platformun çatısında Cumhuriyetin ilk yıllarında eğitimin ve üniversite ahvalinin kimlerin eline niçin ve ne amaçla teslim edildiğini bir iyice ve akıl vicdan hukuk istiklal ve istikbal mesabesinde bir düşünmek gerektir diyorum.

Her neyse sözüm ona ki; nesiller arasındaki garabet ve kopukluk sanat ve edebiyatın şekil ruh ve kalıp muhtevasının değişmesi/değiştirilmesi dilde öz Türkçecilik varyasyonları, Türkiye laikçiliği baskınlık hezeyanları şekil kalıp değişmeleri falan derken kendimizden hatta kendi boyumuzdan postumuzdan ne kadar uzaklaştık bunu hasbelkader anlayabilecek durumda sayılırız. ya anlamak istemeyenler, istemezükçüler onları napalım dersiniz, bilmiyorum ama galiba, kendi içimizde büyük bir kültürel savaş vermekteyiz. Ve bu savaş asla fikir düşünce ve harekette bitmeyecek. Zaten bitmesi mümkün değil de lakin esas mesele, vicdanların bu meselelerde hakikaten müsterih olup olmaması. Vicdanen azap duydum ya da vicdanım rahat bu konuda denildiğinde gerçekten, yüreğimiz gerçekleri konuşabiliyor mu asıl önemli olan bu kanaatimce.

Ha bu arada konumuzun başlığına dönecek olursak, şu ana kadar yaşadıklarımızın topluca millet olarak kültürel bir travma olduğunu anlamışsınızdır. Belki yeryüzünde hiçbir ülke bizim kadar değişime uğramamış ve kendi asli yetinden uzaklaşmamıştır. Biz hep Yusuf’un düştüğü kuyu misali gibiyiz. Bir zelzele deprem felaketi sonucunda kule gibi yüksek bir mevkide iken derinlerde bir kuyuya iniş/düşüş yaptık. Ve halende çıkma çabası içerisindeyiz. Hani Rabbimize sen bizim rabbimizsin diye söz vermiş ve piramidin en üst/uç noktasında iken yeryüzüne imtihan için gönderildiğimizde piramidin en alt yerinde ikametimiz sürüyor ya ama hedefimiz yeniden o en üst tepe noktasına ulaşmaksa, bugün o kuyudan o derin kuyudan Yusuf misali Rabbimizin yardımı ve istek gayretimizle kurtulup, kendimize gelmek zorundayız kuşkusuz. Bin yıllık bir yazımız varken bir gece de bildiklerimiz buhar oldu. Oturup kalkma, düşünme edep ve hayâ, sosyal yaşantı, örf ve adetler, toplumsal ilişkiler komşuluk hak ve münasebetleri, alışveriş -pazar, aklınıza gelen her türlü dokusal yapı ne varsa Osmanlı diye tu kaka ilan edildi ve dışlandı. Dışlandık. Bütün bunları çağdaşlık medenilik adına yaptık. Hayaller ülkesinde masallar diyarında anbean taklitçilikle hemen en kısa zamanda hedefe oturur ve uzay gemimizi galaksilere ışınlama yoluyla gönderecektik. Lakin bütün bunları yapamadığımız gibi bize biçilen rol de batılı kavramların en üstün olduğu varsayımını sürekli dillendirmemizdi. Yahu onlar kendi nizamlarında başkalarına karşı demokrat vs olamamışken biz onlardan daha ziyade batılı olduk ama fakirliğin pençesinden de kurtulamadık. İhtilaller rüyalarımızı değil yollarımızı süsledi. Anarşi ve terör kardeş kavgalarını körüklettirdi. Bölücülük sloganları aldı başını gitti. Birde resmi söylemlerin sürekli dini motiflere lakayt kalıp üstelik yoksay konumuna getirmesi millette ne sağlam inanç bıraktı ne de layıkıyla inançlı bir ahlak duvarı ördürdü. Varsa yoksa benlik duygusu idi bizi peşlinden sürükleyen. Taklitçilik geçer akçe oldu. Adeta üç maymunları oynuyor ve birbirimize karşı kör sağır ve dilsiz kalıyorduk. Bu bizim sonumuz demekti. Tarih bunların örnekleriyle dolu. Eğer kendimiz gibi olmazsak başkaları bizim boşluğumuzu kendi değerleriyle doldurur, nitekim bugün çektiğimiz sıkıntıların temelinde yatan temel neden nedir, sizce? Yaşama üslubu olmayan kendi ülkesinde devşirme çocuk gibi hareket eden, geçmişine dair bir eseri okuyamayan bir nesil, nasıl bir esarettedir?

SEN OLİMPOS’UN ÇOCUKLARININ HAYAT TARZINI BENİMSEDİĞİNDE KAYBETMEYE MAHKÛMSUN.

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.