Konya
10 Mayıs, 2024, Cuma
  • DOLAR
    32.27
  • EURO
    34.88
  • ALTIN
    2435.2
  • BIST
    10268.58
  • BTC
    62636.21$

HAZIR BAŞLAMIŞKEN DEVAM

16 Mart 2019, Cumartesi 09:24

Geçen ki çalışmamda beka sorunu üzerinde durmuş ve örneklerle işlemeye gayret etmiştim. Bugünde müsaadenizle biraz daha açıklık getirip bu hayati meseleyi tekrardan ele almak istiyorum. Malumunuz insan olmadan devlet, devlet olmadan da hayat şekillenmesi ve yaşam mimarisi özgürce kullanılamaz. Misyonu canlı ve diri tutmak kadar o misyona bağlı kalmak, sürdürülebilir hale getirmek ve değerleri öz kaynaklardan beslemek gerekir. Hayat mektebinde öyle sahih gerçekler var ki; Sosyoloji ilmini yeniden gözden geçirtir.

İster devlet ister toplumsal açıdan bakalım ortak değerlerimizi korumamız gerektiği ve bizi bağlayan değerlerin korunması gerektiği, kültürel birikimlerin nesilden nesile aktarılması gerektiği su götürmez bir şekilde asla ve kat’a inkâr edilemez.

Milletin inanç kodlarıyla oynamaya kalkanlar eninde sonunda yanlış yaptıklarının farkına varacaklardır. Zaten sosyoloji ilmide gösterir ki; baskı yoluyla ve çakma uygulama benzeşimleriyle bir toplumu kendi kimliğinden ayrı tutabilirsiniz ama söküp atmanız mümkün değildir.

Dayanışma ruhu ve ortak hareket kabiliyeti her zaman vardır. Bunun devam ettirilmesi ise mutlaka barış ve istikrarlı bir havaya, ruhsal ortama bağlıdır. Bir milletin bugünü ve geleceği ile ilgili hayatiyet meseleleri onun beka meselesini devreye sokar. Dün, bugün ve gelecek noktasında sağlam kurulan köprünün; geçmişi iyi irdelemesi, bugünü inşası ve geleceğe taşınması malumun ilanından ibaret ve bilinmesi elzem olan gerçek bir davadır.

Türkiye Osmanlı’nın mirasını devir alan bir misyonu kabul etmek ve taşımak zorundadır. Bu O’nun için hem tarihi bir görev hem de şeref payesidir. Hiç kimse bu sorumluluk vebalinden kaçamaz, hiç kimse ben bunu tanımıyorum diyemez. Velev ki; Biz gerçeklerimizi inkâr etsek bile karşımızda bize karşı duranlar nezdinde Türkiye; Bir İslam Toplumu ve Osmanlı Misyonu mirasçısıdır. Demem o ki; Türkiye başkaları nezdinde olaya bu gözle bakılan ve değerlendirilen bir ser nameden asla kendini kurtaramaz. İstesen de istemesen de, kabul etsen de etmesen de sen busun. Başkaları seni böyle bilir ve değerlendirir.

Peki, her milletin ayakta kalmasını sağlayan hayatiyet noktaları varsa, bunlar ne olacak? Nasıl ihya edilecek? Ya da kendimizi onlardan beri tutarsak ne olur? Tarih aslında canlı ve diridir. Tarih her zaman yaşanılanlardan bize kıssa çıkarmamızı ön görür. Yaşadığımız coğrafyanın zorlukları bizimle aynen deprem gibi bunlarla yaşamamız ve tedbirli olmamız gerektiğini hatırlatmalı. Yani bu bir anlayış ve basiretli tutumdur aslında. Hiç kimse hayatımıza tesadüfen girmediği gibi hiçbir olayda, bize boşuna olmuş ya da meydana gelmiş dedirtmez. Her yaşanılan hadise mutlaka bir durumun bize habercisidir. Öncüller gelecek olan asılların nasıl habercisi iseler, bir ülkede meydana gelen gelişmelerde eğer olumsuz yönde seyir almışsa daha büyük olaylara gebe diyebiliriz. Mesele burada durumdan vazife çıkarabilmeyi, ilgili tabloyu okuyabilmeyi ve bunu anlayabilmeyi mana marifetliği terazisinde görmek gerektiği hususiyetini kavramak gerekir. Hakikat bunu bilmek kadar bu mühim hadiselere alt yapı oluşturabilecek olan hususları da önceden sezinlemek ve önceden tedbir almak gerektiğini de tarihi tecrübelerden yakalayabilmeliyiz.

Günümüz de hayatiyet ihtiva eden gelişmeleri domates, biber, patlıcan skalasına indirecek kadar bir arpa boyu gelişme kaydedemeyenler, bilenlerin konuşmaları karşısında neden alaycı bir dil kullanırlar ki? Bu üslup ve ifade bozukluğu gün geçmiyor ki yerini başka saçmalıklara bırakmasın. Dil sürçmesi ya da gaf edebiyatının lügatini oluşturanlar bu ülkeye tek çivi bile çakmadan maaş adı altında milletin vergilerini ceplerine indiriyorlar. Hayr la yâd edilen bir iş yapmak yerine sürekli şer güçleriyle oynaşanlar, bu milletin değil, başkalarının sözcülüğünü peşinen kabul edenlerdir. Lakin bu milletle şaka olmayacağını 15 Temmuz 2016 tarihi umarım anlatmıştır.

Şimdi başa dönecek olursak; Türkiye’yi vaat edilen ve övdükleri demokrasi ilkelerinde değil de davul tokmak misali ellerine ipleri alıp uydu bir devlet haline getirmeyi isteyenler ile bunlara bu fırsatı verenler ne yazık ki; derin bir ilişkinin parçasını oluşturmuşlardır. Görünen ile batın arasında dağlar kadar fark olduğunu kimse anlayamazlıktan gelemez. Yönetime talip olanların, bir zamanlar büyük Avrupa kulüplerinin karar ve emirleri ile hareket ettiklerini, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların gölgesinde kaldıklarını, hatta onlarla gizli işbirliği yapanların halk üzerinde baskın oldukları dönemleri yaşadığımızı bir kez daha hatırlatmak isterim.

Türkiye’yi sömürge devleti gibi görenler, müstemleke valisi anlayış ve edebiyatıyla yönetilmesini savunanlar, manda ve himaye keşmekeşine sarılanlar olduğu gibi, buna karşı gelenlerin de çeşitli entrikalarla hizaya getirilmek istenildiğini bilmekteyiz. Menderesin İdamı, 12 Eylül, 28 Şubat, 15 Temmuz hepsi birbirine bağlı zincirin halkaları değil mi? Hepsinde de dış güçlerin ve onların içerdeki yardakçılarının parmağı yok mu?

17-25 Aralık ve 15 Temmuzda bizlere yaşatılanlar, yani bu ülkeye yapılan en büyük ihanet odak noktası; FETÖ ve iş birlikçilerinin Hükümeti tasfiye etme ve yönetimi ele geçirip ABD’ye peşkeş çekme hareketi değil miydi? Bu hala bir numaralı bir tehlike olarak karşımızda durmuyor mu?

Haçlı saldırılarının bitmediğini saldırı noktalarının değişkenlik gösterdiğini, çağımızın en büyük vebası olan ABD-ÇİN-RUS zulüm üçgeninin insanlara ve devletlere kan kusturduğunu görmezden gelemeyiz.     Masa başında menfaat çekişmesi bir başka menfaatle nasıl ki son buluyorsa, bu haçlı sürüleri de dünyaya beşli çetenin kangrenik üyeleri olarak sömürge ruhunu üflemiyorlar mı? Huzur ve sükunun özlem duyulduğu bir dünya da bu caniler neden vampir görevini üstlenmişlerdir.?

İçinde olduğumuz bu stratejik coğrafya her zaman sıcak ve soğuk savaşlara sahne olurken biz bu masanın etrafında, bu peykin dönme dolabında geleceğimiz için güçlü olmak zorundayız.

Her türlü terör odaklarının üzerimize salındığı bir coğrafya da menfaatten başka bir ölçü yoksa biz her zaman savaşa ve cenge hazır olmak zorundayız. Bu grupları istediği gibi kullanıp, silahlandıran bir ülke ile asla stratejik ortaklık olamaz. Göz göre göre senin aleyhine tavır geliştiren hiçbir ülkede asla sana günün diliyle dost olamaz. İsrailİn güvenliği için Türkiye’yi harcamak isteyen veya tabi olması istenilen hiçbir hareketin meşru bir dairesi olamaz.

Irak ve Suriye’nin tasfiye edilip İran ve Türkiye aleyhinde kalem oynatanların söz ve beyanlarına güvenilmez. Terörü besleyip sırtını sıvazlayan silah ve mühimmat verip kendini sirk maymununa döndüren ABD ve uşakları elbet karşılarında Türkiye olacağını bildiklerinden Üç kıtanın hareket alanındaki bu coğrafya’yı ve nezdinde islamı yok etme kavgası vermektedirler. Günümüzde yaşananlar Hilal ve Haçlı mücadelesidir. Bu nedenle Türkiye’nin hem etrafındaki, hem içerdeki gafillerle baş edebilmesi için birlik ve dirlik şarttır. Domates, biber ve patlıcan meselesi değil mesele. Bu mesele geleceğimize yönelik bir beka meselesidir. Kardeşlik ve sorumluluk ister. Mesele parti pırtı değil geleceğimizin inşasıdır.

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.