Konya
29 Mart, 2024, Cuma
  • DOLAR
    32.37
  • EURO
    35.04
  • ALTIN
    2325.3
  • BIST
    9093.72
  • BTC
    70160.99$

Sorun Çıkarmak Değil Sorunun Çözümünde Rol Almak

26 Aralık 2015, Cumartesi 10:23
                 2004’ün Kasım ayında Sivas İlimizde aynı dünya görüşüne mensup iki kişinin Belediye’nin imar politikasına ilişkin getirdiği farklı yaklaşımın nasıl çözümlenmesi gerektiğine ilişkin bir zihin alıştırması:  - Şehrin batı girişinde köylülerin bağ olarak kullandıkları geniş bir arazi kırk iş adamı tarafından (her birinin dörtyüz milyar vererek aldıkları araziye belediye imar planı vermediği için sekiz trilyon TL toprağa gömüldü. Eğer oraya onbeş bin daireli bir site yapılmış olsaydı adamların geliri ona, yüze katlayacaktı. Bir kısım iş adamı bu vurdumduymazlığa ve aymazlığa kızdığı için şehirden fabrikasını, işyerini kapatarak Bursa’ya yatırım yaptılar. Hâlbuki, onbeşbin konut yapılmış olsaydı, şehir üçte bir daha büyüyecek, iş yeri, iş imkânı, marketler, fırınlar, çarşılar, oluşacaktı. Fakat belediye bu gelişmeyi, bu açılımı kavrayamadığı için işi sürüncemeye bırakıp şehrin gelişmesine engel oldu.             -Eğer belediye başkanı bu gerekçeyle bu imar iznini vermediyse bence haklıdır. Çünkü varlıklı kişiler köylüden bire alacak, bir anda gelirlerini ona, belki de yüze katlayacaklardı. Niçin köylü kaybetsin de işadamları on ya da yüz kat kazansın, bu haksızlık, vicdansızlık değil mi?              -Sermaye kazançlı görmediği yere yatırım yapmaz, köylülerin de mülklerini değerlendirmeye güçleri yetmez, öylelikle işlenmeyen ve geliri olmayan bağ, bor olarak kalır. Sermayeye, istihdama imkân hazırlanmazsa, sermaye taşrada durmaz, daha geniş kazanç imkânları varken neden kar edemeyeceği ve risk alacağı yerlere yatırım yapsın?             -O zaman şehir gelişsin diye, haksız kazanca, göz yumup toplum kesitleri arasında gelir ve itibar düzeyini açtıkça açalım, uçurumu derinleştirelim, birinin eğlenceye ayırdığı bütçe diğerlerinin temel ihtiyaç maddelerine ayırdığı gelirden daha mı çok olsun?              Bu çerçevede tartışma uzun süre devam etti, taraflar birbirini gelişmenin önünü tıkamakla ve haksız kazanca göz yumup geniş kitleleri madur etmekle suçladı durdu.                            Burada her görüş sahibi, düşüncesinin kesin doğruluğu kanaatiyle hareket ettiği için doğal olarak uzlaşma zemini oluşmadı. Aslında okumuş yazmış kesimin sosyal alanlarda kesin doğruların bulunamayacağı, bu alanlar üzerinde karşı düşüncelerin de mutlaka haklılık paylarının olabileceği türünde bir düşünce esnekliği ile düşünüp konuşmaları gerekir. Hiç kimsenin sırf boşboğazlık olsun düşüncesiyle konuşmayıp, onların da akli çıkarımlar yapabileceği görüşünü kabul etmesi gerekir. Bu tür tartışmalarda öncelikle, ben muhatabımın düşüncelerini anlamak için mi yoksa cevap yetiştirmek için mi dinliyorum diye sonra da ben düşüncelerimi savunuyorum ama acaba tutarlı ve belli kıstaslara uygun düşünceler ortaya koyabiliyor muyum, düşünce adımlarımda hatalar yapma ihtimalleri kaçınılmaz olduğuna göre şu anda bu hatalara ben de düşüyor muyum diye kendimizi murakabe etmemiz gerekir.               İnsan, bilgi üretirken yapacağı ilk şey; bilgi edinme ve üretme kaynaklarını denetimden geçirmelidir. Ham veri edinme kaynakları beş duyuya, bilgi türetme kaynakları da zihnin işleyiş yasalarına bağlı olduğu için hem duyu organlarımızı hem de akıl melekemizin sağlıklı olup olmadığı gözden geçirilmeli, test edilmeleri için, başkalarına duyu verilerimizin yanlış, düşüncelerimizin tutarlı olup olmadığını denetlettirmemiz gerekir. Başkalarının yumruğunu görmeyen kişi kendi yumruğunu nasıl balyoz zannediyorsa, başkalarının düşüncelerini öğrenmeden kendi düşüncemizin o konudaki tek hakikat olduğunu zannedebiliriz. İnsanoğlu eskiden hakikatin bir monolog esnasında bir kişinin zihninden çıkabileceğine inanırdı ancak anlaşıldı ki, hakikat artık monolog değil bir diyalog neticesinde ortaya çıkabiliyor. İlim iki kişinin arasında gelgit yapan düşüncelerin içinde yeşeriyor. Barikayı hakikat, müsademeyi efkardan tevlit ediyor. (Hakikat şimşeği fikirlerin çarpışmasından doğar) Uzlaşı:             Madem ki sermaye pahalı, kâr getirmeyen riskli alanlara yatırım yapmıyor bu durumda yapabileceği iki şey kalıyor; ya haksız kazancı hazmederek hemşerilerinin emeğini sömürmeye devam edecek ya da paylaşmayı öğrenerek kârına kâr katacaktır. Paylaşmayı hazmedemeyenler, hakkaniyetle kâr edip gelişemezler. Bu nedenle büyük zenginlerin her kuruşuna, ucuza kapatılmış arazi sahiplerinin ve emektarların ahı ve bedduası karışacaktır. Hiç kimse başkalarının terleri ve emeklerini istismar ederek lüks ve konfor içinde mutlu ve huzurlu bir geleceği ümit etmemelidir. İşadamları, işyeri ve fabrikalarından yüklü kârlar ediyorlarsa arazi sahibini memnun edecek hatır gönül alma, ikram, hatta belli bir kâr payı vererek bir jest yapabilirler. Sonra büyük kârlar elde ettikleri fabrika ve işletmelerdeki işçilerle bunların bir kısmını paylaşmayı –maaşlarında artışlar yaparak, ikramiyeler vererek, çocuklarına sağlık, eğitim ve tatil kredileri sağlayarak- başarabilirler.              Salt büyüme ve ilerlemeye odaklanan liberal-kapitalist modelin savunucuları “ahlâki ilkelere ihtiyaç olmadığını” dillendirseler de ölümlü bir varlık olduğumuzu ve tüm düşünce ve eylemlerimizden hesaba çekileceğimizi duygusunu kaybetmeden mutluluk ve gönül huzurunun almak, toplamak ve yığmaktan değil, vermek, ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak ve imkân ve fırsatları insanımıza sergilemek oluştuğunu bilmeliyiz.                

 

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.