Konya
29 Mart, 2024, Cuma
  • DOLAR
    32.38
  • EURO
    35.11
  • ALTIN
    2326.3
  • BIST
    9117.07
  • BTC
    70104.96$

SEZAİ KARAKOÇ VE ENDÜLÜSE AĞIT

27 Şubat 2019, Çarşamba 08:47

Öyle bir medeniyet ki; kalıntıları bile gözleri hala kamaştırmakta.8 asırlık İslam güneşi barbarların istilasıyla karartıldı.Işık saçan Endülüs, barbar ve yobaz Avrupalıya medeniyet nedir öğretirken bu kafirler güruhu hristiyanlığın kininde islama karşı küfrünü ve kibrini taçlandırmakta ve yok etme peşinde koşuyordu.Ziya Paşanın dediği gibi; Eğer Endülüs ışık saçmasaydı, Avrupa’yı bilgisizlik uykusundan kim uyandırırdı?Bizler şu anda Gustav Le Bon’un özetlediği şu satırlara öyle muhtacız ki!

“Müslümanlar Endülüs’e büyük bir medeniyet mesajı ile girdiler. En az bir asır, ölü araziyi münbit hale getirmek, harabe haldeki şehirleri imar etmek, muhteşem binalar yapmak ve ticareti geliştirmek için uğraştılar. Bundan sonra da ilmî ve edebî çalışmalara, Yunanca ve Latince eserlerin tercümesine ve uzun zaman Avrupa’da kültürün kaynağı ve beşiği olacak olan üniversitelerin inşasına yöneldiler. Birkaç asır içinde İspanya’yı ekonomik ve kültürel yönden geliştirdiler.”

Bir medeniyet ki ; İnsanı ruhundan yakalıyor ve bir şehir ki;İnsana huzur veriyor.

Bugünde sözde batı medeniyeti ve şehirler var. Lakin ne mutlulukları var nede manevi huzur verecek paydaşları. Sadece ve sadece insanı bu dünya için sobeleyen direktifleri ve insanı sömürmeye amade kuralları ile çileden çileye koşan insan yığınları ve yığınla çoğalan çözümsüz problemleri var inşa edilen.

Biz kendimizden uzaklaşıp kendimiz olamadığımız için sözde devrimsel maskelerle mesnetsiz sloganlarla açığı kapatırız çağdaş uygarlığı yakalarız zannettik.Ve öyle bir oyuna geldik ki;bizi taşıyan değerleri elimizin tersiyle geri plana ittik. Tabir caizse tu kaka dedik.Ama kaybetmiştik biz batılıya sevdalanalı.Giydirilen bir gömlek vardı bizlere.Ne tam bedenimize oldu,ne de yakıştı benliğimize.Aymaz duruyordu tek kelimeyle.Ama süslü laflarla sahte sloganlarla bize toz pembe gösterilen sunumlarla yalana inandırılan bizler,geçmişimizi araştırıp öğrenmeden kafa yormadan öğretilen dikte edilen yalan ve hurafelerin idraksizliği ve hazımsızlığı ile hala karnımızın ve beynimizin ve kalbimizin ağrısına bir çare olamadık.Aslında vardı çare?Neydi peki? Kaybedilenin kaybettiğimiz yerde aramaktı.Biz onu gidip Avrupa’nın kendi hamuruna göre inşa ettiği çöplüğünde aradık.Tam kurtulduğumuzu düşündüğümüzde iç perişanlık ve ruhsuzluk kapımızda ataeizmi, deizmi ve daha bir çok ne idiğü belirsiz izmleri bize sunulan kapitalizmin maskesinde çıkartılan tavşanlardan öğrendik.

Ve hala bizler kanayan yüreğimizin peşinde koşmaya cesaret edemiyor ve hala parmak basılan hususlara riayet etmiyor işi kolaycılığa ve hazırcılığa kaçarak,kaçamaklarla halletmeye çalışıyoruz.Çalışıyoruz çalışmasına da aklımıza ve gönlümüze getirmemiz gereken Endülüs Mersiyesindeki yürek yakan cümleleri es geçiyor kargaşa içinde boğuluyor hala barbar avrupa’nın kuyruğuna tutunmaya çalışıyoruz.

İstedim ki geçen yayınlanan ilk yazımdaki Endülüs konusuna bugünde devam edelim.Ve istedim ki üstad Karakoç Ağabeye,işin sırrını bilen gerçek sahiplerine, söz ve yer verelim.Belki onların lisanı daha anlaşılır ve gönle yerleşir dedim.Belki…..

Milâdın 15., Hicretin 8. yüzyılındayız. Haçlı seferleri, Cengiz ordularının akını, Doğu Napolyon’u Timur’un yürüyüşü, İslâm ülkelerini kökünden sarsmış, harap etmiş, yaralamıştır. Rüyaların bile hülyasına cesaret edemiyeceği o canım, güzelim o büyük medeniyet yakılıp yıkılmıştır. Ruh ve fikrin en canlı ve en doğurgan olduğu ilk vakitlerden de oldukça uzaklaşmış bulunuyoruz. Her yanda, bir kavgadan yeni çıkmış bir insanın durumu gibi sızlayan yaralar...

İslâm’ın merkez alanı bu durumdayken, parlak İslâm medeniyetinin en seçkin dönemlerinden biri, en kanlı bir akşamın son levhalarından biri gibi, tarihte örneksiz bir facianın son günlerindedir. Eşya ve ruhun birbirine en yakın olduğu, birinin öbürünün diline en çok çevrilebildiği bir nüanslar, incelikler, zariflikler medeniyeti olan Endülüs’ün son dakikaları, hatta son saniyeleridir. Kanlı Hıristiyanlığın, kızıl inkâr ve onmaz barbarlığın mahv ettiği Endülüs’ün... Kurtuba, Belensiye, Mursiye’den eser yok.

…. Kalan son şehir Gırnatanın hükümdarı bir elçiyle, Sultan Bayazıt’tan yardım istemişti. İstanbul'a gönderilen elçi ve heyetin Padişaha sunduğu Kaside de, işte, Endülüsün o trajik çağ şairlerinin en büyüklerinden Elbü’l Beka Salih Bin Şerif’in Endülüs Mersiyesi’dir…

İşte bu Kaside, o günlerin, bir medeniyetin mersiyesidir. Muhteşem bir medeniyet ki, son sayfasını bu üstün kaside teşkil etmektedir. Son yaprağı budur. O medeniyeti gözden geçiren bir insan, bu kasideyi de okur ve kitabı kapar. Böyle bir medeniyete lâyık anıt bir mezartaşıdır bu. Bu kaside, ateşle pişen bir çelik gibi yüce ve sağlam. Bu kaside, bu acı deneyi geçirenlerin büründüğü tevekkül için de zamanın ve tantananın, her türlü fâni saadetin geçiciliğini dile getiriyor ve Endülüs’ün başına gelenleri anlatarak iyi durumda bulunanları uyarıyor, çağırıyor. Endülüs örneğinde bir tarih felsefesi modeli gibi gelecekleri haber veriyor. Hatta denebilir ki, Endülüs’ün kurtarılma vaktinin geçtiğini görüyor da, sadece bir ibret dersi veriyor. Hatta yalnız Müslümanlara değil, bütün insanlara. Evet, bütün gelecekleri haber veriyor.


Ne yazık ki, o gelecekler birkaç kere daha geldi.”

……………………………………………….

Kendi yurtlarında bey idiler, şimdi küfr ülkesinde uşak.
Ululuğun doruğundan eziliş uçurumuna yuvarlanan bu halka acıyan yok mu?
……………

Daha ne anlatayım, yüreklerin erimesi için bir tanesi yeter anlattıklarımın:
Eğer o yüreklerde İslâm’dan ve imandan bir eser varsa elbet ey Tanrı dostu!”

Şehirleri mamur idi insanları mutlu ve bahtiyar idi. Hicran dolu satırlarla yüreklere nakşedilen bir mersiyeyi anlatan dilin gücünü anlayabilseydik eğer,  belki de düşmezdik bu garabetlere. Ama insan kuşkusuz nankörlük içerisindedir. Nefsin esiridir. Saltanat belası ve taht kavgaları ile sarsılan Endülüs bir zaman geldi yok edildi, içindeki müslümanıyla, diniyle, kültürüyle ve hatta medeniyet değerleriyle. Hatta biz kendi ecdadımıza kendi sözlerimizle küfürler etmeye, onları tanımamaya bile başladık tarihlerimizde. Peki, bizlere kimler öğretti bunları? Bir insanın yüreğinde islamdan ve imandan eser yoksa ve zulüm devam ediyorsa: “ Şuara suresi 227. ayetin vaadini bilmiyorlar mı?”

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.