Konya
25 Nisan, 2024, Perşembe
  • DOLAR
    32.47
  • EURO
    34.97
  • ALTIN
    2435.9
  • BIST
    9716.95
  • BTC
    64547.38$

ÖĞRETMENLERİM VE  UNUTAMADIĞIM BİSİKLET

25 Kasım 2020, Çarşamba 09:10

İlkokula başlama yaşım gelmişti.

Köyde yaşıyorduk ve köyümüzde okul  yoktu.

Köy çocuklarının kendi ailerine ait koyunların kuzularını gütmek (Çobanlık) adet halindeydi.

Bizimkilerde sabah olunca bir çıkının içine önceden hazırlanıp konulan yiyecekleri verir, kuzuları önümüze katardı. Sonra 1-2 akraba çocuğu ile dağa, bayıra sürerdik kuzuları. Dağların eteklerindeki otlar, rengarenk çiçekler, alıç ağaçları , ekili alanlar ve köyümüz dünyanın merkeziydi benim için. O yaşlarda şehir hayatı ve okumak  aklımın ucundan  bile geçmiyordu. Büyüyecek ve çiftçi olacaktım.

Benim yapabileceğim başka bir iş yoktu.

Koyun, kuzu, tarla düşünürken babam geldi.

“Konya’de ev tuttum. Hazırlanalım.. Göçeceğiz..Bu oğlan okula gitsin..” dedi.

Koyunlar, kuzular satıldı. Tarlalar bırakıldı.

Şehre göçeceğiz belli olmuştu. Fakat nasıl gidilecekti. Komşu köylerden birinde tek kamyon vardı ve çok sayıda köy  ve köylü o kamyona bağlıydı. Küçük bir kasaya sahip olan kamyon ile yolcu taşımacılığı da yapılıyordu. Kamyon sahibi işleri sıraya koymuştu. Biz ne kadar bekledik bilmiyorum.. Ama epeyce bekledik 15-20 gün belki de bir ay.

Sonunda bir akşam üstü Konya’ya taşınabildik.

Babam  bugünkü Küçükkumköprü Mahallesi’nde   büyük bahçesi olan bir ev kiralamıştı.

Benim de eve yakın Namık Kemal İlkokulu’na kaydımın yapılması için okulla daha önce görüşmüştü.

Akşamın karanlığında eşyalar indiriliyordu. Lakin ev de elektirik yokdu.. Esasen o yıllarda şehrin çok büyük bir kısmında elektirik yokdu. Fenerlerle gideceği yolu bulan insanlar, gaz lambası ile de evlerini aydınlatıyordu. Gaz lambaları o dönemin lüks ve modern aydınlatma aracı olarak kabul edilirdi.

Köy hayatımızı ve şehre göç olayımızı  burda bitirmek istiyorum. Yazmaya kalksak sayfalar ister o maceralarımızı anlatmaya.

Namık Kemal İlkokulu’ndaki sınıfa gecikmeli gelmek zorunda kalmıştım.

Babam beni okula götürdü.

Sınıfa beraber girdik.

Babam beni öğretmenime kapıdan teslim etti. Teslim ederken de “Eti senin kemiği benim” dedi. O vakitler bütün babalar  çocuklarının okul öğretmenlerine, din dersi hocalarına aynı sözü söylerdi.  Muhatabı da bu sözü duymaktan keyf alır, gururlanır ve büyük adam pozlarına girerdi.

Sınıfa girdim..Benden  günler önce okula başlayan çocuklar gülüşmeye başladı. Öğretmenimde gülüyordu. Ben neye güldüklerini anlayamadım, anlamlandıramadım. Onlar da  olup da, ben de olmayan neydi? Alayla karışık  hafife alma, gülme ve sataşma olayları epeyce sürdü. Herhalde beni garip kıyafetli bir köy çocuğu olarak görmüşlerdi. Bir de saçlarım çok gürdü ve alnımın ortalarına yakın bir yerden başlıyordu.

Bir müddet sonra öğretmenim beni tahtaya kaldırdı ve bir takım sorular sormaya başladı.

Kendisi yeni bir bisikilet almıştı.. Kulağından tuttu beni camın önüne çekti ve sınıfın hemen altında duran bisikletini göstererek... “Söyle bakalım bunun adı?”ne diye, sordu... “Bisiklet öğretmenim” dedim.. İlk olarak eşşek oğlu eşşeği yedik.. Sonra beni tahtanın kenarına çekti.. Kulaklarımı  iki elinin arasına alarak sınıf  tahtasına 3-3 defa sert bir şekilde vurdu.. Meğer, bisiklet değil de velesbit  demeliymişim.

Bu bisiklet/velesbit  seansı o gün değişik ders saatlerinde  sürdü.

Öğretmenimiz soruyor:  “Bu ne?”, “Bisiklet öğretmenim..” Hadi bir eşşeoğlu daha.. İki kulağım iki elinin arasında tahtaya  sürükleniyorum ve kafam tak tak tahtaya vuruluyor. Bu arada çocuklar gülmekten kendisini alamıyor.

İlkokul 1. Sınıftaki bu muamele bir kaç ay sonra beni hıçınlaştırmaya başladı.

Sonunda kavgacı bir çocuk olup çıktım.

Bütün okulda en çok kavga eden, kavgayı seven 2-3 çocuktan birisi oldum. Sınıfta, teneffüsde, okulun önünde, okulun dışında kavga ediyordum. Çocukların aileleri  gelip beni okula şikayet ediyordu. Tabi öğretmenlerimde gereğini yapıyordu... İlkokul’da beş yıl boyunca kafam yüzlerce defa öğretmenlerim  tarafından tahtaya vuruldu. Cetvelle de dövülmekten ellerim şişerdi bazen de parmaklarımın ucu kanardı.

Uzun boylu.. Sarışın.. Kalın kaşları olan bir okul müdürümüz vardı.

Ben kendisini  4. Sınıfta yakından tanımaya başladım..

Nasıl mı?

Ailelerin şikayeti üzerine ya sınıfımıza gelerek ya da odasına çağırtarak  beni iyi döverdi.

Bir gün beni odasına çağırdı.. Uslanmam için nasihatlarda bulundu.. Sonraki günlerde de “Hadi oğlum bizim eve şunları bir götür..Şunu unutmuşum getir” demeye başladı. Müdürümüzün evi Mevlana’nın bitişinde ve o zamanki Saadet Ekmek Fabrikasının tam karşısında iki katlı bir evdi.. Adeta  uçarak  gidiyor, uçarak geliyordum. Keyften dört kişi olmuştum.  “Götür, getir” derken, okul da bir başka çocuk da olmaya başlamıştım.  Bir taraftan uysallaşırken öte taraftan da müdüre yakın öğrenci olmuştum..

İki  öğretmen arasındaki farklı yaklaşımın öğrenci üzerinde yarattığı müsbet etkiyi  ortaya koyduğu için bu  hikayemi özellikle  paylaşmak istedim sizlerle..

Namıl Kemal İlkokulu’ndaki okul müdürümüzden hayata dair çok şey öğrendim.. Onu, okulu bitirdikten sonra da evinde defalarca ziyaret ettim.. Beni durduran, düşündüren ve etrafı sevdiren bir insan oldu. Nur içinde yatsın..

Sonra ilkokul 4. Sınıfın sonlarında öğretmenlerimi  sevdim.. Onlar da beni sevdi.. Evlerine gidiyordum. Çay, simit, pasta ikram ediyorlardı .. Onları unutmam mümkün değil.. İlkokul  son sınıftaki bayan öğretmenim olan Mine Uçkan beni  kendi kardeşi gibi, ablam gibi sevdi  ve benimle çok yakından ilgilendi.

Düşünüyorumda aradan tam yarım asır geçmiş.. Yani koskoca bir 50 yıl..

Sonraki eğitim hayatımda yer alan öğretmenlerimle, hocalarımla aramızda ideolojik görüş ayrılığı olsun ya da  olmasın arkadaş gibi olduk.. Abi, kardeş gibi olduk. Dost olduk.. İyi ve kötü günlerimizde beraber olduk.. Hayatta olanlarla o beraberliğimiz artarak sürdü ve sürüyor..

Bugün dahi benim sesimi ,1-2 hafta duymayınca ya da beni göremeyince telefonla arayarak “Yavrum ne yapıyorsun? Nasılsın? Sesini  duymak listedim” diyen öğretmenlerim , hocalarım var. Aynı şekilde ben de onları sık denebilecek aralıkla arar, konuşur ve görüşürüz.  Onların hepsinin ayrı ayrı ellerinden öpüyorum.. İyi ki varlar..

Ve.. Dün Onların günüydü. Öğretmenler Günüydü..

İlgili, ilgisiz çok sayıda insan ve yetkili onların Öğretmenler Günü’nü kutladı.. Ben o kutlamaları gene esefle dinledim, esefle okudum..Esefle karşıladım.. Sonunda da  üzüldüm. Her yıl öğretmenlerin önemini anlatmaya çalışan  terane bir defa daha tekrarlanmış oldu.

Şimdi  soru şu..

İyi de öğretmenlerin ne kadar yanında oldunuz?

Öğretmenlere hangi  yeni haklar verildi?i

Öğretmenlerin hayat standardı  ne kadar yükseltildi?

Öğretmenlerimiz hiç değilse kendileri için anlam ve değeri olan, 24 Kasım Öğretmenler Günü’nde içi boş mesajlarla ve “Adet yerini bulsun”  sığlığı ile istismar edilmemiş olsalardı.

Onlar dün de yalnızdı, bugün de yalnızlar..

Ömer  Hayyam’ın şu şiiri ile bitirelim yazıyı..

Karanlık, aydınlıktan,

Yalan, doğrudan kaçar,

Güneş yalnız da olsa,

Etrafına ışık saçar...

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.