Konya
29 Mart, 2024, Cuma
  • DOLAR
    32.38
  • EURO
    35.01
  • ALTIN
    2325.8
  • BIST
    9079.97
  • BTC
    70443.01$

İLİM İRFAN (2)

26 Ağustos 2016, Cuma 08:49

Şimdi o kapılarda istismar ediliyor ama, eskiden irfan kazanmanın en ke­sin ve kestirme yolu, gerçek tasavvuf erba­bının rahle-i tedrisinde bulunmak veya bu ilim mec­lislerinin kapısında derbanlık (kapıcılık)  yapmak imiş.

Derviş: Kapı gözleyen, kapıda duran, maneviyat ka­pı­sında, irfan ışığını bekleyen, irfan gıdası almak için uğraşan kişi manasınadır. Onun için şâir şöyle der:

Sorma aslın her kişinin izzetinden bellidir

Sohbet-i irfan görenler, hizmetinden bellidir

Günümüzde maalesef bu kapıları kapattılar, suyunu ku­ruttular, az çok kalanları da bulandırdılar. Acayip bir dönem başladı ki, Ferit Kam bu döneme şöyle sitem edi­yor:

Devran-ı bî bakâda insan için aman yok

Erbab-ı akl ü fikre âsûde bir zaman yok

Sermaye-i hayatım iflasa oldu müncer

Arz ettiğim metâı beş paraya alan yok       

Bu irfansız dönem insanını, bu dönemin ilim sahibi bilge kişilerini de şu fıkra gayet güzel sergiler:

Eskiden dağar derler topraktan mamul büyük kaplar vardı. Onun birinin içine bir öküz kafasını sokmuş, boynuzlar kenara takıldığı için çıkaramıyor. Sahipleri; “beldemizin bilge kişisine soralım hayvanı nasıl kurtarırız, nasıl en az za­rarla bu işi çözeriz?” diye müracaat etmişler, o şöyle bir dü­şündükten sonra; “öküzün boynunu kesin” demiş. Kesmişler yine çıkmayınca “dağarı kırın” demiş!..

Nasrettin Hoca bir ramazan ayında görev yeri bula­bil­mek için epey do­laşmış, her kapı yüzüne kapanmış, bütün camiler başkaları tarafından tutul­muş, biraz geç kaldığının farkında ama canı fena sıkkın. Bir köye varıp yine görev ta­lep etmiş, köylüler demiş ki;

“Buranın bir ağası var, onunla görüş, zaten ücretini de o verir, söz on­dan kesilir, biz fakiriz bir şeye karışa­mayız.”

Hoca ağayla görüşür ama, ağa gururlu, kibirli, lafa­zan, aynı zamanda (R) harfini çıkaramayan kekemeler­den. Baş­lamış övünmeye; “Ben şöyle zenginim, böyle var­lıklıyım, şu evler, şu tarlalar, şu hayvanlar…” benim. Hoca sormuş:

“Bunları nerden buldun?” Yani miras mı kaldı kendin mi kazandın? Ma­na­sına. Ağa:

“Bunları bana Yabbim verdi.” Deyince Hocanın za­ten can burnunda, el­lerini semaya kaldırmış ve şöyle demiş:

“Oh olsun Allahım! İsmini bile doğru dürüst söyleye­me­yen şu cahil­lere verdikçe verin, bizleri de onların hu­zurunda süründürün. Oh olsun!”

Bursanın ileri gelenlerinden bir zat şair Lami Çelebi’yi evine davet eder. Şair eve gelince görmüş ki şairler, alimler, edipler bir sığıntı gibi kapının ke­narında oturmuşlar ama ciğeri beş para etmeyen, cahil kaba fakat zengin olanları dip sedirde, minderlerin üstünde görünce şöyle demiş:

Mu’teberdir cihanda dûn-ı denî

Daima zillet üzere ehl-i hüner

Hâl-i âlem misâl-i deryâdır

Külçe altın çöker, ciyfe yüzer

İrfandan nasibi olmayan bu tip insanlardan bir gurup Nasrettin Hoca ile dalga geçmek maksadıyla; “hocam sen Farsça bilir misin?” demişler. Hoca “elbette bilirim” de­miş. “O halde biraz konuş bakalım” dediklerinde Hoca, onların ağzının payını şöyle vermiş:

Koca dünya eğri büğrü dönerest

Dostun koyup düşmanını öğerest

Lâle sümbül urba bulmaz giymeye

Acı soğan kat kat urba giyerest

“Hocam bunun neresi Farsça, bu bildiğimiz Türkçe” dediklerinde Hoca; “sonlarındaki “est”leride mi görmü­yor­sunuz be terestler” demiş.

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.