Konya
24 Nisan, 2024, Çarşamba
  • DOLAR
    32.52
  • EURO
    34.82
  • ALTIN
    2426.7
  • BIST
    9695.82
  • BTC
    66018.62$

HILYE-İ ŞERİFLER (2)

22 Aralık 2015, Salı 09:54

Giyinişleri: Resûl-iEkrem hazretleri giyinişlerinde mu­ay­yen bir tarz takip etmezler; izar, rida, gömlek ve cübbeden ne bulurlarsa onu giyerlerdi. Sâde giyinmeyi severler, yeşil        elbi­seden hoşlanır ve ekseriya beyaz giyer­lerdi. Ba­zen işleme kaftan giydikleri de olurdu.   Be­yaz ten­lerine çok güzel yakışan atlastan bir kaftan­ları vardı. Elbi­selerini topuktan aşağı uzatmazlardı. Sarığı­nın taylasanını omuzları arasına sarkıtır­lardı. Bazı riva­yetlere göre Allah'ın Resûlü Hulle-i humra de­nilen, üze­rinde kırmızı çizgi­ler bulunan yemen ku­maşı  kulla­nır­lardı. Rasûlullahın irtihalini müteakip Hz. Aişe O'nun son daki­kaları esnasında   giydik­leri elbiseyi halka göster­mişlerdi. Bunlar yamalı bir örtü, el doku­ması sert bir entariden ibaretti. Peygamberimizin ayak­kabıları sandal şeklinde olup, bağları bağlanıp bu su­retle ayaklarını tutarlardı.

Umûmi âdetleri: Peygamberimiz umûmiyetle sağ eliyle iş görmeyi se­verlerdi. Ayakkabılarını giyerken önce sağ ayak­kabılarını giyerlerdi. Ca­miye girerken önce sağ       aya­ğıyla adım atarlar, şayet birşey dağıtacak olur­salar sa­ğında bulunanlar­dan başlar ve bir iş yapa­cakları zaman besmele çekerlerdi. Elbiseyi de önce sağdan giyerler, sol­dan çıkarırlardı. Pey­gambe­rimiz ashabı künyeleriyle çağı­rır, çocuğu olan kadın­lara da künyeleriyle seslenirlerdi. Ço­cuğu olmayan kadınlara da bir künye bulur ve öyle sesle­nir­lerdi. Böylece  her­kesin gönlünü hoş ederlerdi.

Yemek yiyiş tarzları: Peygamberimiz zâhidane bir ha­yat yaşadıkların­dan, bulduklarını yerler ve kalaba­lıkla ye­mekten zevk duyarlardı. Yemeği yere diz çö­küp, iki ayağı üzerine oturarak, besmele ile yerlerdi. Çok sıcak yemek ye­mezler ve sıcak yemekte bereket   olmayaca­ğını söyler­lerdi.

Allah Rasulü elenmemiş arpa unundan yapılan ek­meği yerler, salata­lığı da taze hurma ve tuz ile yer­lerdi. Su içerken üç kerede içmeyi âdet edinmiş­lerdi. Her de­fasında besmele ile başlar ve hamd ile bitirir­lerdi. Ce­maat içinde su veya süt içtiklerinde kabı he­men sağın­dakine verir, böylece devretme­sini arzu ederlerdi. İçtik­leri kaba üfle­mezler, nefes vermezlerdi. Kabı uzaklaştır­dıktan sonra nefes alır veya ve­rirlerdi. Evin içinde bir cari­yeden daha utangaç hareket eder­ler, yemek iste­mezler; ancak sofra kuru­lursa yerlerdi. Yedi­rilen­den yer, içirilenden içerdi. Yi­yecek ve içeceği biz­zat ken­disi al­dıkları da olurdu.

Uzuna yakın orta boylu, fakat uzuna daha yakındı. İki omuzunun arası genişçe idi, iri kemikli, iri yapılı, güçlü kuv­vetli ve yakışıklı bir insandı. Cildi yumuşak, teni kırmızıya çalan beyazdı. Kirpikleri siyah ve uzundu. Gözleri kara ve büyükçe idi. İki kaşının arası açık, fakat kaşları birbirine ya­kındı. Saçları ne dümdüz ne de kıvır­cıktı. Mübarek baş­ların­dan omuzla­rına doğru uzanan saçları, kulak yumuşa­ğına kadar inerdi. Sakalı sık ve bir tutamdı. Bü­yük başlı ve hilâl kaşlıydı. Alnı yüksek, burnu çekme, boynu uzun, göğsü ge­nişti. Karnı ile göğsü bir idi, şişman değildi. Zayıf da de­ğildi, sıkı etliydi. Ayaklarının altı çukur idi; düz taban değildi. Göz­leri uzağı görür, kulakları uzaktan ses alırdı. Ya­nakları ne şişkin ne de çöküktü. Ağızları genişçe idi. Dişleri sık ve çok güzeldi. Yüzünün bütün çizgileri gö­rü­nürdü. Omuz­ları etli, omuz kemikleri enliydi. Pey­gamber Aleyhisselam o kadar güzeldi ki, Sahabe­den birçoğu    ye­min ederek: “ne O’ndan önce ne de O’ndan sonra Hz. Mu­hammed’den daha güzelini görmedik.” demişlerdir.

Hepsinin ayrı ayrı yazılış sebep ve serüveni olan, Osmanlı Divan Ede­bi­yatındaki yüzlerce “Hilye” den birinin hikâyesini buraya alıyorum:

Hâkânî Mehmet Bey, saray çevresinde doğan, tahsil ve terbiye gören, sancak beyliği ve Dîvân-ı Hümayûn (Ba­kanlar Kurulu) da muhasebecilik yapan çok muhterem bir insandır. Bir gün Divan kâtiplerinden biri hastala­nınca, yerine vekâleten Mehmet Bey’in girmesi kararlaştırılır. Dîvan da o gün önemli konular da görüşülecektir.

Hâkânî Mehmet Bey, son derece muttaki, mütedeyyin, hüsnü ahlâk sa­hibi, gönül ehli, peygamber aşığı bir zattır. Aylardır karanlık gecelerin nurlu sabahlarında aradığı, bulduğu, gördüğü, kendini huzurunda hissettiği, manevi potasında eridiği, manevi zevklere gark olduğu, lâhûtî âlemlerde dolaştığı, seher bereketinden istifade ederek yazdığı 712 beyitlik eserini tamamlamış ve bu kıymetine paha yetmeyen eserini çalışma bürosuna gö­türmüştür.

Devrin Sadrazamı Sinan Paşa, şairin çalışma yerindeki kitaplığında bu ölümsüz eseri tesadüfen görmüş, koltuğunun altına alıp evine götürmüş bir gecede üç defa okumuş, büyülenmiş, efsunlanmış, hayretler içinde kalmış ve eseri devrin sultanına da takdim etmiş, Sultan lll. Mehmet’de aynı duy­gularla hayran kalmış ve nadirattan olan bu eseri şairin de haberi olmadan kısa za­manda 5 nüsha istinsah ettirmiş (çoğalttırmış) ve üst düzey devlet ricalinin okuma­sını emretmiş. Kısa zamanda devlet gündemine oturmuş, herkes eseri ve yazarını konuşuyor ama Mehmet Bey’in bir şeyden haberi yok. O yine o mütevazı, samimi ve dervi­şane yaşantısına devam ediyor, görevini icra edi­yor.

Mezkür toplantının bitiminde kâtipler salonu terk eder­ken sadrazam paşa “hele biraz durum bakalım” deyince herkeste bir tedirginlik bir tered­düt hâsıl olur, acaba ne var da toplantı bittikten sonra böyle sıra dışı bir şekilde durdu­ruldular?

O günlerde hem şeyhülislâm hem de hâce-i sultan (padişahın hocası) olan Hoca Sadettin Efendi: “Hele biraz yakınımıza gel Mehmet Bey” de­yince bu mütevazı ve mahcup insanın yağları eriyor, acaba sultan da kafesli mah­filde olabilir mi? Diye o tarafa mahcubane bir bakış attıktan sonra tit­reyerek ortaya doğru yaklaşıyor.

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.