Konya
20 Nisan, 2024, Cumartesi
  • DOLAR
    32.57
  • EURO
    34.83
  • ALTIN
    2500.7
  • BIST
    9693.46
  • BTC
    64075.61$

Hılye-i Şerifler -1

19 Haziran 2017, Pazartesi 07:53

Peygamberimizin vefatından kısa bir süre önce kızı Hz. Fâtıma; “Ya Rasûlallah! Senin yüzünü bundan sonra göreme­yeceğim” diye ağlayınca Peygamberimiz Hz. Ali’yi çağırmış ve: “Ya Ali! Hilyemi yaz ki vasıfla­rımı görmek beni görmek gibidir” buyurmuştur.

 İşte bu ha­disedir ki hilye tü­rünün ve şemâil kitaplarının doğ­ma­sına, gelişmesine, yay­gınlaşmasına sebep olmuş­tur. Hatta siyer ve mevlid gibi Hz. Peygamber’in hayatı ile yakından ilgili türler de bu hadiseyi kısmen telmih eder­ler.(1)

“İlk örnekleri 17. yüz yılın sonlarına doğru görül­meye başlanan “Hilye-i Saâdet”, “Hilye-i Nebevî”, “Hilye-i Pey­gam­berî” gibi kısaca “Hilye”ler Peygamber Efendi­mizin kutsal vasıflarını, saç ve göz rengini, vücut biçimi, tavır ve hareketle­rini özellikleriyle anlatan, özel form­larda dü­zen­lenmiş     levha­lara verilen isimdir. Kay­nak­larda açıkça yer almamakla bera­ber, ilk defa hattat Hâfız Osman    (Ö: 1698) tarafından levha şeklinde ya­zılmış olduğu kabul edilmek­tedir.(2)

 Sözlükteki sıradan anlamı “Süs, ziynet, cevher, güzel sıfatlar, güzel yüz” olan hilyeler, aslında hattat’ın değişik kompozisyonlar uygulayarak ve müzehhibin (süsleyici) de çeşitli tezhip örnekleri göstererek, başka bir deyişle âdeta “ziynetlendirdiği” iddialı eserlerdir.” (3)

 Türk Milleti bu hususta da diğer Milletlerden çok farklı davranmış, Hilye ve Şemâil’lerin en güzel örnek­lerini ver­miş­ler, bunların kenarına yaptıkları tezhib’lerle içindeki Peygam­ber sevgisinin ne kadar derûnî oldu­ğunu ispat etmişler, bugün bile ecnebileri hayran bıra­kan harika eserler meydana          getir­mişlerdir.

Her eve, her dükkâna ve iş yerine bunları, en azın­dan bi­rini as­mışlardır. İslâm inançları yönünden sağlam te­mel­lere oturmamakla beraber; iyi niyetleri ve Pey­gamber’e olan mu­habbetlerinin neticesi, bunların asıl­dığı evlere belâ ve musî­betlerin gel­meyeceğine, o evde bolluk ve bereket olacağına, hâne halkının huzur ve mutluluk bulacağına inanmışlardır. Muska yapıp yanla­rında taşı­mışlar, her za­man Peygamberi ile beraber olmayı iste­mişlerdir.

 Hatta Hilye ve Şemâilleri ezberle­yerek Hz. Peygamberi rüyada görebilmek için, her gece ya­tarken okumayı âdet edinenler bile olmuştur. Cephe­lerde ha­ya­tının baharında dini, vatanı ve Milleti için ca­nını feda, kanını sebil edip şehit olan Mehmetçiklerin koynundan Kur’an cüzleri veya bunlardan biri çıkmıştır.

Hilye-i Saâdet özetinden:

“Rasûl-i Ekrem ve Fahr-i Âlem Muhammed Mus­tafa sallallâhü aleyhi ve sellem hazretleri, hılkatçe ve ah­lâkça, nev-i benî âdemin ekmeli idi. Hep, enbiyâ-i izâm aleyhimü’s-salâtü ve’s-selâm hazarâtı, tâmm’ül âzâ ve güzel yüzlü olup, Habîb-i Hudâ, onların en gü­zeli idi.

Mübârek cismi güzel, hep âzâsı mütenâsip, en­dâmı ga­yet matbû, alnı ve göğsü ve iki omuzlarının arası ve avuçları geniş, boynu uzun ve mevzûn ve gümüş gibi saf, omuzları ve pazuları ve baldırları iri ve kalın, bilek­leri uzun, parmakları uzunca, elleri ve par­makları ka­lınca idi. Mübâ­rek cildi ise ipekten yumuşak idi.

Kemâl-i îtidâl üzere büyük başlı, hilâl kaşlı, çekme bu­runlu, az değirmi çehreli ve söbüce yüzlü idi. Şişman yüzlü ve yumru yanaklı değildi.

Kiprikleri uzun, gözleri kara ve güzel, büyücek ve iki ka­şının arası açık, fakat kaşları birbirine karîb idi. Ve iki kaşının arasında bir damar var idi ki, vakt-ı gazabda kaba­rıp görünür idi.

O Nebiyy-i Müctebâ, ezherüllevn idi; yâni ne kireç gibi ak, ne de kara yağız, belki ikisi ortası ve gül gibi kırmızıya mâil beyaz ve nûrânî ve berrak olup, mübâ­rek yüzünde nur lemeân ederdi. Gözlerinin akında dahî az kırmızılık var idi. Dişleri, inci gibi âbdâr ve tâbdâr olup, söylerken ön dişlerin­den nur saçılır; gülerken, fem-i sa­âdeti, bir lâtif şim­şek gibi ziyâlar saçarak açılır idi. Saç­ları, ne pek kıvırcık, ne de pek düz idi ve saçla­rını uzat­tığı vakit, kulaklarının memelerini tecâvüz ederdi. Sakalı sık ve tam idi. Uzun değil idi ve bir tu­tamdan ziyâdesini alırdı.

Âlem-i bekâya rıhlet buyurduklarında saçı, sakalı he­nüz ağarmağa başlamış, başında biraz ve sakalında yirmi kadar beyaz kıl var idi.

Cismi nazîf, kokusu latîf idi. Koku sürünsün sü­rün­me­sin, teni ve teri en güzel kokulardan âlâ kokardı. Bir kimse O’nunla musâfaha etse, bütün gün O’nun râyiha-i tayyibesini duyardı ve mübârek eliyle bir çocu­ğun başını meshetse, râ­yiha-i tayyibesiyle o çocuk, sâir çocuklar ara­sında mâlûm olur idi.

Doğduğu vakit dahî nazîf ve pâk idi ve sünnetli ve gö­beği kesik olarak doğmuş idi.

Havâssı fevkalâde kavî idi. Pek uzaktan işitir ve kim­se­nin göremiyeceği mesafeden görür idi.

Hep harekâtı mûtedil idi. Bir yere azîmetinde acele ve, sağ ve sola meyletmeyip, kemâl-i vekaar ile doğru yoluna gider ve fakat sür’at ve sühûlet ile yürür idi. Şöyle ki; âdetâ yürür gibi görünür, lâkin yanında gi­den­ler, sür’at ile yürüdük­leri hâlde geri kalırlar idi.

Elhâsıl en mükemmel ve müstesnâ sûrette yara­tıl­mış bir vücûd-ı mes’ud ve mübârek idi.”

Bazı kardeşlerimizin yukarıdaki metni anlamakta zorla­nabilecekleri düşüncesi ile, Hadis ve Menâkıb ki­tapla­rından derlenmiş bir tablo daha arz ediyorum:

“Hazreti Peygamberin boyu ne çok kısa, ne de çok uzundu, orta boyluydu. Ne kıvırcık kısa, ne düz uzun saçlı, saçı, kıvırcıkla düz arasında idi. Değirmi (yuvar­lak) yüzlü, duru beyaz tenli, iri ve siyah gözlü, uzun kir­pikliydi. İri ke­mikli ve geniş omuzluydu. Göğsü, orta­dan karnına kadar kılsızdı. İki avucu ve tabanları dol­gundu. Yürüdüğü zaman, sanki yo­kuş aşağı iner gibi rahatlıkla ilerlerdi. Sağına ve soluna baktı­ğında bütün vücuduyla dönerdi. İki omuzu arasında "Nübüv­vet Mührü" vardı. Bu Onun sonuncu pey­gamber oluşunun nişânesi idi. O, insanların en cömert gönüllüsü, en doğru sözlüsü, en yumuşak huylusu, en arkadaş canlı­sıydı. Kendile­rini ansızın görenler Onun hey­beti karşı­sında sarsıntı geçi­rirler, fakat üstün vasıflarını bilerek sohbetinde bulu­nanlar ise, Onu her şeyden çok se­verlerdi.

Dipnotlar:

1-İskender Pala, “Hilye-i Saâdet”, T.D.V. Yay. Ankara, 1991, s.2.                                                                         2-Mustafa Uzun, “İslâm Ansiklopedisi”, T.D.V. Yay. İst. 1998, c.18,s.47                                                              3-İskender Pala, a.g.e. s.1; Erol Özbilgen, a.g.e. s.569

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.