Konya
29 Mart, 2024, Cuma
  • DOLAR
    32.37
  • EURO
    35.02
  • ALTIN
    2325.9
  • BIST
    9090.13
  • BTC
    69908.05$

Faziletli İnsan Olabilmek

17 Ekim 2016, Pazartesi 08:31

Allah(c.c.) cömerttir, cömert olanları sever. Her türlü günahımıza, isyanımıza, inkârımıza rağmen hadde hesaba gelmeyecek kadar nimet veriyor. Çeşidiyle, rengiyle, tadıyla, kokusuyla, ismiyle, cismiyle… sayılamayacak kadar çok nimet. Allah cimri olanları sevmez.

Birgün Hz. Peygamber (s.a.v.), Bahreyn arâzisini ashâbına taksim etmek üzere, önce Ensâr’ı dâvet etmişti. Ensâr kâbına erişilmez bir fedâkârlık ve ferâgat göstererek:

“–Yâ Rasûlallah! Muhâcir kardeşlerimize bunun bir mislini fazlasıyla taksim buyurmadıkça bize bir şey vermeyiniz!” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.):

“–Ey Ensâr! Mâdem ki (mü’min kardeşlerinizi nefsinize tercih ederek) almak istemiyorsunuz; şu hâlde Kevser Havuzu’nda bana kavuşuncaya kadar (dünyanın ibtilâlarına) sabrediniz! Çünkü benden sonra, yakında size başkalarının tercih edileceği bir zaman gelecektir” buyurdu.(1)  

 

Aslında Ensâr’ın sergilediği bu güzel ahlâk, cömertliğin bir ileri derecesi idi. Onlar, kardeşlerini kendilerine tercih ediyor, kendi ihtiyaçları olduğu hâlde diğerlerini önde tutuyorlardı. Cenâb-ı Hak onların bu hâlini medhederek şöyle buyurdu:

 

“Muhâcirlerden önce (Medîne’yi) yurt edinen ve îmâna sarılan Ensâr, kendilerine hicret edenleri severler. Onlara verilen şeylerden ötürü gönüllerinde bir sıkıntı ve rahatsızlık duymazlar. İhtiyaç içinde kıvransalar dahî, mü’min kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar gerçekten felâha erenlerdir.”(2)  

 

Gerektiğinde nefsinden de ferâgat ederek dâimâ diğergâm bir ruhla şefkat ve rahmet tevzî eden Hak dostlarından Rabî Hazretleri’ne felç isâbet etmişti. Bir gün kapısına bir yoksul geldi. Rabî Hazretleri:                                                                                                                                         “–Ona bir şeker verin!” dedi. Çünkü kendisi şekeri çok severdi. “Sevdiklerinizden infâk etmedikçe birr’e (hayrın kemâline) eremezsiniz!..”(3) âyet-i kerîmesini böyle anlıyordu.

Rabî Hazretleri’nin ağrısı iyice artınca, canı tavuk eti istedi. Fakat kırk gün kendini tutup, tavuk eti yemedi. Bir gün hanımına:                                                                                                               “–Kırk gündür canım tavuk eti istiyor. Belki vazgeçebilirim diye kendimi tutmaya çalışıyorum.” dedi. Hanımı:                                                                                                                                                              “–Fesübhânallâh! Şu kendini yemekten alıkoyduğun şeye bak! Bunu Allah sana helâl kılmıştır!” dedi.

Rabî Hazretleri’nin hanımı hemen çarşıya gitti ve bir tavuk aldı. Tavuğu kesip kızarttı. Güzel de bir ekmek yaparak çeşitli katıklardan oluşan bir sofra hazırlayıp getirdi ve Rabî Hazretleri’nin önüne koydu. Tam o esnâda kapıya bir yoksul gelip:                                                              “–Allah rızâsı için bir sadaka verin ki Allah size bereket versin!” dedi. Bunun üzerine Rabî Hazretleri, tavuğu yemekten vazgeçerek hanımına:                                                                                   “–Al bu tavuğu, şu muhtâca ver!” dedi. Hanımı:                                                                                           “–Fesübhânallâh!” deyince Rabî Hazretleri:                                                                                                       “–Sana dediğimi yap!” dedi. Bu sefer hanımı:                                                                                             “–Bâri, onun için daha hayırlı olacak bir şey yap.” dedi. Rabî Hazretleri:                                                    “–Peki, ne yapayım?” diye sorunca, hanımı:                                                                                            “–Tavuğun parasını verelim, sen de arzuladığın tavuğu ye!” dedi. Rabî Hazretleri:                                         “–Gayet güzel bir teklif! Bu tavuğu alacak kadar bir para getir!” dedi. Hanımı parayı getirince de:                                                                                                                                                                  “–Şimdi parayı şu tavuğun yanına koy ve ikisini de o zâta ver!” dedi. Hanımı da hem parayı hem de tavuğu götürüp yoksula verdi.(4)               

Cömertliğin zirve noktası olan bu hâl, isâr faziletinden kaynaklanmakta olup, kendi imkânlarını Mevlâ’mızın rızasını kazanabilmek adına diğer bir din kardeşine verebilmektir. Cenâb-ı Hak bu fazîleti âyet-i kerîmede ne güzel tarif ve taltîf eder:

“Onlar kendi canları çektiği hâlde, yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler: «Biz sadece Allah rızâsı için yediriyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkarız.» (derler). İşte bu yüzden Allah, onları o günün fenâlığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir...”(5)          

Yaratılan her şeyin sahibi Cenâb-ı Hakk'tır. İnsanların sahip oldukları herşey de Allah'a aittir. Öyleyse kulun yapacağı vazife, üzerindeki nimetlerin farkında olup Mevlâ’mızın razı olacağı hâlde tasarrufta bulunmak ve cömert olmaktır.

Ancak biz kullara düşen görev Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nimetlere şükredip mükemmel şekilde hâlkedilen İnsanın yaratılış maksat ve hikmetlerinden en önemlisi, insan olmanın gereklerini yerine getirebilmektir. Gönülden Muhabbetlerimle.                                                                                                                 

Dipnotlar:

1-Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 8.                                                                                                                2-Haşr, 9.                                                                                                                                                 3-Âl-i İmran, 92.                                                                                                                                            4-Bursevî, Rûhu’l-Beyân, (Âl-i İmrân, 92.)                                                                                                    5-el-İnsân, 8-11.

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.