Konya
18 Nisan, 2024, Perşembe
  • DOLAR
    32.49
  • EURO
    34.75
  • ALTIN
    2489.8
  • BIST
    9494.38
  • BTC
    63562.5$

Çevre Sorunları ve İslâm (2)

16 Ekim 2019, Çarşamba 08:58

Veremin en büyük amillerinden olan, ona davetiye çıkaran, içki, kumar, kumar­haneler, fuhuş, sigara, çevre pisliği vb. kötülükler ortada mevcutken, hatta bunlar çeşitli yöntemlerle (basın, yayın) teşvik ve tavsiye edilirken, veremle veya başka hastalıklarla savaş vermek abesle iştigalden başka bir şey değildir. Bu bir barajın önündeki bendin patlamasından sonra, onun suyunu kontrol altına alacağım diye uğraşmaya benzer. İslâm'ın me­todu ise bu bent patlamadan bütün tedbirlerin alınıp, onun yıkılmasına fırsat vermeme prensibini esas alır. Yani hasta­lığa esas olan etkenleri kökünden kazımak, onlara fırsat ver­memek için çaba sarf eder. Bu nedenle yukarıda sayılan ve sayılmayan, insanın hem maddi hem mânevi zararına olan her şey İslâm nazarında hor görülmüş ve yasak­lanmıştır.

Resûlullah çevrenin kirletilmesine asla müsaade etmez, rast gele tükürülmesine bile razı olmaz, hasta olanları yay­lalara gönderir, orada süt içerek ve temiz hava alarak sıh­hate kavuşmalarını sağlamıştır. Kendisi Medine'ye geldiğinde 30 bin hurma ağacı diktirerek şehrin havasının güzelleşmesini sağla­mıştır.

Sık sık şu sözler mübarek ağzından dökülürdü: “İslâm Dini temizdir, temiz olun, zira Cennete ancak temizler gi­rer.”(1)

Allah ve Resûlünün bu tavsiye ve emirleri neticesinde İs­lâm âleminin ulaştığı temizlik seviyesini yine garplı yazar­ların kaleminden sizlere arz edelim:

ABD li medeniyet tarihçisi Will Duran tarafından ka­leme alınan ve Abdurrahman Ahmet tarafından bazı bölüm­leri iktibas edilen “The Age Of Faith-İman Çağı” isimli ese­rinde 750-1058 yılları arasında İslâm âleminin durumundan bahse­derken şöyle diyor:

 “Filistin’de fakir köylerden ibaret olan yerler Müslü­manların zamanında gelişmiş şehirler haline geldiler. Sur şehrinin hanları 5 veya 6 kat yüksekliğinde idiler. Trablus şehri güzel bir limana sahip idi. Bu liman 1000 gemiyi barın­dıracak büyüklükte idi. Antakya’da her evde akarsu vardı. Şam'da 100 adet umumi çeşme, 100 adet hamam, 120 bin bahçe vardı. 140 bin nüfusuna rağmen 572 cami vardı. Bağ­dat’ın nüfusunun 800 bine erişmiş olması muhtemeldir. Bağ­dat onuncu asırda dünyanın en büyük şehri idi...”(2)

Aynı eserde Müslüman İspanya’dan bahsederken (Daha önce anlattığımız kadarıyla Avrupa bataklık içinde yüzerken) şöyle deniliyor: “Parlayan kubbe ve minareler bin kadar şehir ve kasabanın alâmeti oluyor. Bunlar 10. asırda Müslü­man İspanya’yı Avrupa’nın ve muhtemelen dünyanın en şe­hirleşmiş ülkesi yapıyordu. El Hakkanî'nin dediğine göre Kurtuba'da  El  Mansur zamanında  200.077 ev, 60.300 sa­ray, 600 câmi ve 700 umumi hamam vardı. Caddeler geceleri aydınlatılırdı. Bir kimse fasılasız cadde lambalarının ışıkları altında 10 mil gidebi­lirdi.”(3)

 “Tarihçi Rambo, genel tarihle ilgili yazdığı kitabında şöyle der: “İngiltere M.S. 7. asırdan 10. asra kadar fakir bir ülkeydi. Dış ülkelerle ilişkisi yoktu. Perişan bir durumda idi. Evlerini düzensiz taşlardan ve topraktan yapıyorlardı. Pen­cereleri daracık ve evlerinin yüksekliği neredeyse yerle be­raber ve hayvan ahırlarından farksızdı. Bulaşıcı hastalıklar yaygındı. Hepsi bir odaya topla­nır, aynı odada yatarlardı. Hatta bazı yerlerde hayvan­larla beraber yatarlardı.

Aynı tarihte Müslüman İspanya’daki şehirlerin durumu ise şuydu: Kurtuba Emevi Halifelerinden 3. Abdurrahman'ın zamanında başkent idi. Gece ışıklarla donatılıyordu. Kişi  bu  ışıkların sayesinde 10 mil gidebilirdi. Sokaklar kaldırımlı, caddelerin etrafı ağaç ve bahçelerle çevrili idi. Şehrin nüfusu yarım milyona yaklaşıyordu ki, o zaman Avrupa'nın en bü­yük şehirlerinin nüfusu 25 bini aşmıyordu. Hamamlarının sayısı 900, evlerinin sayısı ise 283 bin idi. Ayrıca şehirde 80 bin köşk ve 600 cami vardı.”

John W. Darper bu tarihi realiteleri şöyle yansıtır: “(En­dülüs’ün bu görkemli durumundan) 700 sene sonrasında bile Londra’da bir tek sokak lambası bulunmazken... Sonraki uzun asırlar boyu Paris’teki evinin eşiğinden yağmurlu bir günde sokağa adımını atan bir Parisli ayak bileklerine kadar ça­mura batarken, aydınlık ve temiz sokaklarıyla Endülüs kent­leri pek ileri ve gelişmiş bir görünüm arz ediyordu.”(4)

Osmanlıda çevreyi kirletmek hem dinen, hem örfen hem de kanunen yasaktır. Çevrenin temiz tutulması husu­sunda yine ilk kanunları çıkaran, gereken tedbirleri alan ve bunu milletinin özüne mayasına yerleştiren ve haklı olarak başta Avrupa olmak üzere dünyayı bu hususta kendine hayran bıra­kan Osmanlılardır.

Dipnotlar:

1-Camiü’s Sağîr, c. 1, s. 66.  

2-Abdurrahman Ahmet, “Garbın İslâm’dan Öğrendikleri”, Mihrab Yay.1969, s. 87. 

3-Abdurrahman Ahmet, a.g.e, s. 88.

4-Lütfi Şeyban, “Endülüs’ten Geriye Ne Kaldı?”,Tarih ve Düşünce Dergisi,

Mayıs 2003, s. 25.

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.