Konya
25 Nisan, 2024, Perşembe
  • DOLAR
    32.48
  • EURO
    34.96
  • ALTIN
    2436.6
  • BIST
    9716.95
  • BTC
    64765.06$

ÇANAKKALE ZAFERİNİN 105. YILDÖNÜMÜ                                                                                        

18 Mart 2020, Çarşamba 08:22

18 Mart 1915.

18 Mart 2020.

Çanakkale Zaferi’nin üzerinden 105 yıl geçti.

Bugün, o kutlu ve büyük zaferin yıldönümü.

Bugün, her bakımdan güçlü düşman ordularının her bakımdan zayıf Türk ordusu tarafından Çanakkale’nin derin sularına gömüldüğü günün yıldönümü.

Çoğunun ayağında bir çarık, üstünde  parçalanmış kıyafet, önünde kuru ekmek, elinde doğru dürüst silah ve mühimmat bulunmayan ve  bir bölgeden başka bir bölgeye gece gündüz demeden yürüyerek giden askerlerimizin kazandığı  büyük bir zafer, Çanakkale Zaferi.

Çanakkale Zaferi inancın ve imanın zaferi.  Orantısız güç kullanan düşmana karşı Türk askerleri  elindeki top ve tüfekten ziyade, canları ile karşılık verdi. Öldüler ama düşmana geçit vermediler. Öldüler ama düşmana vatan topraklarını çiğnetmediler. Bir anlamda ölerek zafer kazandılar. Mehmet Akif Ersoy o vahşi savaşa şahitlik yapan edebiyatçılarımızdan ve milli şairlerimizden birisiydi. Akif, “Çanakkale Şehitlerine” adlı şiirinde, savaşı inanılmaz ve müthiş kelimelerle tasvir eder ve savaşan askerlerimiz için “Bedrin askerleri ancak bu kadar şanlı idi”  benzetmesini yapar.

Çanakkale Zaferi Türk’ün mucizesiydi ve o mucize ancak bu kadar güzel ve fevkalade anlatılabilirdi. Çanakkale Zaferi’nde hayatını kaybeden yüzbinlerce askerimiz nurlar içinde yatsın. O savaşı  henüz yeni  kazanılmışcasına gözlerimizin önünde  tutan Mehmet Akif Ersoy’da nurlar içinde yatsın.             

Mehmet Akif Ersoy’dan yeri gelmişken kısaca söz etmek istiyorum.

Akif, bu topraklarda yaşayan son Osmanlılardan birisiydi.

1873’de dünyaya geldi.               

1936 yılında vefat etti.

Babası İstanbul’un din alimlerindendi.

Akif’in kendisi de kusursuz bir dindardı.

Akif, edebiyatçıydı. Milli şairimizdi, vatan şairimizdi.

Akif, dini yönü ağırlıklı bir edebiyatı benimsedi. Medeniyeti batıda arayanlara karşı, o medeniyeti islamda aradı.

Akif, mütevazi bir hayat yaşadı. Hayatı zorluklar içinde geçti. Paraya hiç bir zaman önem vermedi. Öyle ki 724 şiir arasından kendi yazdığı şiir Meclis’te, İstiklal Marşı olarak kabul edildiğinde bile devlet tarafından kendisine verilen 500 lirayı kabul etmeyip orduya bağışladı.

İstiklal Marşı’nı Ankara Altındağ’da bulunan Tacettin Dergahında ve mum ışığında yazan, mum bulamadığı zamanlarda aklına o an gelenleri odanın duvarlarına ve ahşap kısmına not eden Akif,  islami ve milli cenahta yer alan edebiyatçı ve şairlerlerden her bakımdan çok farklıydı. Çok da değerliydi. Sağlığında çok önem verdiği ve oturup yazdığı, “Asım’ın Nesli” ne yazık ki, onu örnek almadı. Dünyevi hırslar, “dava” ve “meşkure”nin önüne geçti.

Bugün, Çanakkale Zaferi’nin 105. Yıldönümü.

Bugün, Corana Virüsü nedeniyle alınan önlemler gereği kapsamlı törenler yapılmayacak. Muhtemelen sayın Cumhurbaşkanı’mızın katılacağı Çanakkale Zaferi’nin 105 Yıldönümü nedeniyle sembolik bir tören yapılacak.               

Gelin Mehmet Akif Ersoy’un “Çanakkale Şehitlerine” adlı o müthiş şiirini okuyalım. Bizlerde bu şekilde Çanakkale Şehitlerini ve Mehmet Akif Ersoy’u analım.     

ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?

En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.

-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!

Nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir Avrupalı'

Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,

Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,

Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.

Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,

Avusturalya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:

Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.

Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...

Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!

Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,

Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil,

Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;

Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...

Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.

Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb,

Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

 

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;

Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;

Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.

Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,

Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;

O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,

Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.

Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,

Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.

Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,

Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre.

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...

Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;

Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat iman?

Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?

Çünkü te'sis-i İlahi o metin istihkâm.

 

Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,

Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer;

Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedi serhaddi;

'O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme' dedi.

Asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.

Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...

O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,

Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,

Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!

Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi...

Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?

'Gömelim gel seni tarihe' desem, sığmazsın.

Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...

Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.

'Bu, taşındır' diyerek Kâ'be'yi diksem başına;

Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,

Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,

Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;

Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,

Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,

Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;

Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...

Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,

Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i,

Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...

Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;

Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;

Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,

Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,

Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.

                                                                                                                                                                                                                                                          

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.