Konya
24 Nisan, 2024, Çarşamba
  • DOLAR
    32.51
  • EURO
    34.79
  • ALTIN
    2422.6
  • BIST
    9738.66
  • BTC
    66450.1$

Batının Trajedisi

20 Nisan 2018, Cuma 07:34

Dünyada, varolmanın, ayakta kalmanın etkin olmanın yolu, insanın gönlünü fetheden yönetim anlayışlarından geçer. Bu olguyu görüp gereğini yapamayan yöneticiler halklarına zulmedip onlara mutsuzluk vermekten başka bir şey yapamazlar. “Haddini aşan her şey zıddına dönüşür”, sözünü irdelememiz gerekir. Bir şeye olduğundan fazla itibar gösterilip değer verilirse, burada kaybeden insan ve toplum olur. Rönesans’tan sonra bireysel öncelikler, geleneksel gücü oluşturan birlikte yaşamak arzu ve iradesinden kesin ve keskin biçimde ayrıldı. Hıristiyan Avrupa’da    din birliği”, “devletin egemenliği”, “Hıristiyan coğrafyasının müdafaası” kavramlarının içinde insanın, bireyin önemi ve değerinin bir kıymeti harbiyesi yoktu. Fertler Hıristiyan ümmetin, milletin, devletin, vatanın esenliği için feda edilebilirdi. Asıl olan din, devlet ve Hıristiyan coğrafyasının kutsallığı, Hıristiyan ümmetin bekası ve bütünlüğü idi. Ama tüm bunlar, bireylerin dini, milli, vatani duyguları tetiklenerek kendilerini bu değerler için feda etmeleri sonucu yaşatılıyordu. Skolastik Hıristiyan kilisesinin aşırı kuralcı despot uygulamaları sonucu insanı, bireyi yoksayan anlayışına bir tepki olarak çıkan hümanizma hareketi ile genel anlamda insan ve özelde birey tarihin sahnesine yavaş yavaş kendini göstermeğe başladı.

Hümanizma, geniş anlamıyla modern insanın yeni hayat anlayışını ve duygusunu dile getiren bir akımdı. Hümanizm, insanın benliğini öldüren, yeteneklerini körelten kiliseden bağımsız bir kültür oluşturmak, insan ve dünya ile ilgili bir felsefe yaratmak ve kültür bilimlerinin doğal bir sistemini (dindışı olarak) temellendirmek istiyordu. “Hümanizma, Latince Humanus terimine izm (mezhep) edatı eklenerek teşkil edilen bir terimdi. Humanitas’ın, sözcük anlamı; insan doğası, insanlık, beşeriyet, insancılık, sevecenlik, yumuşaklık, nezaket, kültür, incelik” anlamlarına gelir. Humanus ise, insana ait, insanî, insansever, merhametli, kültürlü, incelmiş iyi öğrenim görmüş anlamlarına geliyordu. Hümanizmin terim anlamı ise; ‘insan’ı arayan, ‘insan’ın özü ile bu dünyadaki yerinin ne olduğunu araştıran çalışmalardı. Hümanizm bir anlamıyla da bilim, felsefe ve sanat eserlerine dönüştür. Çünkü yaklaşık bin yıl Avrupa'da hüküm süren Hıristiyan felsefesi, insanı işlediği suçtan dolayı cennetten kovularak yeryüzüne sürgün edilen bir suçlu tip olarak tanımladığı için hümanistler özellikle bu anlayışa karşı insanı yüceltmek ve onu evrenin efendisi yapmak ve kilisenin yüklemek istediği suçluluk duygusundan kurtarmak iddiasındaydılar. Bunun gerçekleşmesi için önce bir kültürel taban bulma gereği vardı. Pagan edebiyatı, yani daha doğacı ve maddeci olan putperest Romanın ve eski Yunan uygarlıklarının düşünce ve edebiyatını Latince’ye çevirerek yaygınlaştırılmaya çalışıldı. Semavi eserlerle değil de insanın kendi aklını kullanan bilgi dallarıyla meşgul olmaya Hümanik denir… bu çalışmalara Renesans’ta ve daha sonraki dönemlerde hümanizm adı verilmiştir. “Hümanizm, geniş anlamıyla modern insanın yeni hayat anlayışını ve duygusunu dile getiren bir akımdır… Hümanizm, dinden bağımsız bir kültür oluşturmak, insan ve dünya ile ilgili bir felsefe yaratmak ve kültür bilimlerinin doğal bir sistemini temellendirmek istiyordu.”

Tarih, insanın, doğası gereği sağduyu ile düşünerek değil de, sürekli duygu ve tutkularının esiri olarak aşırılıkların içinde yaşayan, her bir değere yerli yerince değil de aşırı itibar gösterişini ortaya koyan olgu ve olayların arenası gibidir. Bir dönem, evrenin ve insanın hakimi Tanrı olduğu söylendi. Tüm uygulamalar, işlemler Tanrı adına yapıldı. Din, Tanrı’nın insanlara gönderdiği bir kurum olduğu için din kurumuna (kilise) karşı gelen Tanrı’ya karşı gelmiş olurdu. Devlet, Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olduğu için devlete karşı yapılan bir eylem doğrudan Tanrı’ya karşı işlenen bir suç oluyordu. Hıristiyan ümmeti, Tanrı’ya iman eden müminlerin ve O’nun dinini koruyanların oluşturduğu bir topluluk olduğu ve bu da Batı Kilisesince simgeleştirildiği için Kilisenin çıkarlarına karşı gelmek de yine Tanrı’ya karşı gelmek olarak nitelendiriliyordu. Hıristiyan coğrafyası, Tanrı’ya iman edenlerin ve onun dinini yayan ve koruyanların yaşadığı kutsal topraklardı, onu insanların canları pahasına düşmanlara karşı korumaları gerekiyordu.

Kilisenin yaptığı bu abartı ve manipüleyi fark edip 15 ve 16. asırlarda dikkat çekerek eleştirmeye başlayan hümanistler insanı yüceltmenin davasını üstlendiler. İnsanı kilisenin despotizminden kurtarma amacıyla yola çıkan bu akımın sonraki temsilcileri, ölçüyü kaçırarak kilise mensupları yerine Hıristiyanlığı, kilisenin yerine Tanrı’yı hedef seçince, aydınlanmanın ancak Tanrı’yı ve Kiliseyi terk etmekle mümkün olacağı önyargısı yaygınlaştı. Başlangıçta gerek dini, milli yönlendirmeler ve doğa karşısındaki güçsüzlükleri nedeniyle insanın biraz nefes alıp kendini düşünmesi, kendine de zaman ayırması, kendi arzu ve istekleri doğrultusunda çaba göstermesi, kendini geliştirip ortaya koyması gibi pek masum isteklerle başlayan hümanizm, insanın önemsenmesi ve insan için olan enstrümanların (araş-gereçlerin) önüne geçirilmesi, onun konumu ve geleceği açısından olumlu bir gelişmeydi, ancak, kilisenin etkinliği kırıldıktan sonra insanın, yeryüzünün Tanrısı olduğu, onu ilahi ya da beşeri hiçbir kayıt ve sınırlandırmanın bağlamayacağı düşüncesine ulaşıldı. Tanrı, evren ve insan ilişkisinde, insanın doğanın bir uzantısı olduğu için tümüyle doğal bir varlık olduğu, evrenin ezeli ve ebedi olarak var olduğu için yaratılmanın söz konusu olmadığı, evrene ve insana müdahil olduğu söylenen doğanın dışında ‘Tanrı’ diye bir varlığın olmadığı tüm varlığın maddi evrenden ibaret olduğu, insanın Tanrı tarafından değil, Tanrı’nın insan tarafından yaratıldığı gündeme getirildi. Böylelikle ilahi dekorasyon tersine çevrilip gökten yere doğru biçimlenen bir manevi sıradüzeni (hiyerarşi) yerden göğe doğru biçimlendirilmeye çalışıldı.

‘Haddini aşan zıddına ulaşır’ hükmü burada da kendini göstererek ölçüyü kaçıran bu kez hümanik hareket oluyordu. Bir düşünce hareketi, zayıfken en insani, en makul ve en hoşgörülü ve sağduyulu, en masumane düşünce ve yaklaşımlara yönelirken güç kazanmaya, mensupları kendilerinde bir varlık hissetmeye ve hasımlarını alt etme başlandığında, tenkit edilen, karşı çıkılan düşünce ve tutumların benimsenmesi eğilimine yönelinir. İlk Hıristiyanlara Putperest Romalıların yaptığı akıl almaz işkenceleri, Kilise, topluma hakim olduktan sonra kendilerine uygulanan işkence yöntemlerini Hıristiyanlığı kabul etmeyenlere hatta resmi mezhebi kabullenmeyen diğer mezhep mensuplarında denemişlerdi. Hıristiyan kilisesi bu işkence uygulamalarından Ortaçağ tabiat tablosunu rasyonel ve bilimsel bulmayan bilim adamları ve düşünürlerini mahrum bırakmadı. Bu aşarılık bu kez doğacılık ve ateizm yandaşlarını güçlendirdi. Bu kez doğacı maddeciler, doğa bilimlerinin akıl almaz biçimde ilerlemesinden aşırı şekilde yüreklenerek dinin ve Tanrı’nın modern toplumlarda işlevini yitirdiği teziyle her türlü dinsel kurum ve rituelin kaldırılması hatta işi, Tanrı düşüncesinin yasaklanmasına kadar götürdüler. Alija İzzet Begoviç’in çok anlamlı bulduğum bir ifadesini burada anmalıyım,Engizisyoncular ruhu korumak için bedeni yaktıklarını iddia ettiler, Modern engizisyoncular ise, tam tersini: bedenin tazmini için ruhu yaktılar.” 

Sanayi devriminden sonra insani kutsallara özel mülkiyet, sermaye, cumhuriyet, bilim ve ideolojiler de katıldı.  Tüm insani değerler göklere çıkarılırken insanın kendisinin bunlar için feda edildiği bir dönem başladı. Kutsal varlık –insan- yine gözardı ediliyordu. Tanrı’nın bile yaratıcısı olduğu belirtilen yaratıcı insanın yaratıları kendini gölgede bıraktığında, insan yeniden itibar kaybedip yüceltilmek adına düşürülmüş oluyordu. İnsan Tanrıyı, dini devleti, cumhuriyeti, vatanı, özel mülkiyeti, sermayeyi, bilimi, ideolojiyi yaratan insan elbette kutsaldır ancak bu kutsallık yere ait bir kutsallıktır. İnsanın ulvi yönü, ruhu bedenine egemen olan yetkin insan aziz (Saint) oluşturulamayınca aşağı olan beden unsuru onun ruhuna egemen edildi. Homo sosyal, homo faber, homo ekonomikus ve homo seksuel insan yaratılıyordu. Bu değerler için bireyler feda edilebilirdi. Toplumu oluşturmak için kitleler halinde insanın öldürülmesi, zengin bir ekonomik yaşam için insanlar katledilebilir, icat ve keşifler için gerekirse milyonlarla insan feda edilebilirdi. İnsanın trajedisi işte bu satırlarda saklıdır. “İnsanoğlunun öyle saçma ahmaklıkları vardır ki; kendi eliyle put yaptığı ve buna da ; "Beşerin böyle delâletleri var/Putunu kendi yapar, kendi tapar" bey­itinde olduğu gibi, ölçüsüzlük kıstas olarak alındığında, Tanrı adına da, insanın oluşturduğu değerler adına da olsa sonuçta insanın kendisi, feda edilmektedir. Tağrık Buğra’nın Osmancık adlı eserinde geçen Şeyh Edebali’nin Osman Bey’e nasihatında “Ey oğul işin ağır, işin çetin, gücün kula bağlı insanı yaşat ki, devlet yaşasın”uyarısı devlet, toplum, insan konularında düşünce üretenlere ve yöneticilere ölçüyü belirlemede önemli bir ipucudur. İnsanı, gözardı eden hangi din, hangi devlet, hangi ulus olursa olsun kendi temel dinamiklerini kaybediyor, demektir.

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.