Konya
25 Nisan, 2024, Perşembe
  • DOLAR
    32.57
  • EURO
    35.01
  • ALTIN
    2423.2
  • BIST
    9722.09
  • BTC
    64096.99$

Aydınlanmanın Tarih Bilinciyle İlişkisi Üzerine

11 Mayıs 2019, Cumartesi 09:58

İmparatorluk bakiyesi olan toplumlarda ortak bir intelijansiya (fikri çatı) dışında etnik ya da öğretisel (mezhebi) birlik olmayacağı gibi siyasi farklılıklar da oluşur. Biz, imparatorluk bakiyesinin ana-karasında (Trakya ve Anadolu coğrafyası) yaşamamız hasebiyle, gayrı ihtiyari birbirimize yaklaşmamızı, aramızdaki kırgınlıkları ve küskünlükleri bir yana koymamızı gerektirmektedir. Ana-karada siyasi ve ekonomik yapı ne denli güçlü olursa siyasi sınırlarımızın dışında kalan coğrafyalardaki gönüldaş halklar da o kadar özgüven içinde olurlar. Hinterlandlarında, kendilerine gönülden bağlı topluluklar olmayan ulusal devletlerin de özgüven içinde yaşamaları oldukça güçtür. Etrafı hasım uluslarla çevrili bir devlet olarak yaşamak, istenen bir durum değildir. Bu nedenle bölgelerimizde tabiî olarak ana-karadaki siyasi yapıya gönülden destek olan, içtenlikle dua eden kitlelerle (Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar, Türki Cumhuriyetler, Uygurlar, Hint Yarımadası, kuzey, batı ve orta Afrika ve gurbetçi batı Avrupa Türkleriyle) ilişkilerimizi en üst düzeyde tutmamız gerektiği gibi konjonktürel olarak kendileriyle açık husumetimizin olmadığı ülke ve halklarla da iyi ilişkileri sürdürmek zorundayız. Aksi takdirde içe kapanarak birbirimizi asli hasım addedip, elimizle -yavrularını yiyen huysuz kediler gibi- geleceğimizi karartırız.

Zamanı tek değil üç boyutlu yaşayalım. İçinde yaşadığımız zaman diliminin ve fizik çevrenin labirentinden kurtulup ufkumuzu genişletelim. Geçmiş, bizim için enstrümanlarıyla yeniden yaşayacağımız bir ‘olgu’ değil, hali onarımda ve geleceği öngörmede kıblenüma (pusula) hükmündeki değer’dir. Biz ondan ibret alıp günümüz ve geleceğimiz için hayati umdeler ve yaşam ilkeleri ediniriz. “Her gelecek yakındır” ilkesinden hareketle şimdiden sağlıklı öngörüler ışığında, gelecekteki sorunların çözümleri için altyapılar hazırlanmalıdır. Çünkü bilim meşalesini elimizden kaçırdığımızı, üç asırlık bir gecikmeyle de olsa öğrendik. Ana-karada büyük oranda “karnı tok, sırtı pek etmek davası” çok şükür geride kaldı. Artık ilim ve irfana, entelektüel çabaya, yönelmek zamanıdır. “Akıl teri”nin “alın teri”nin önüne geçtiğini kavramalıyız. Kimimiz ailemizin, kimimiz, kabilemizin, kimimiz kentimizin, kimimiz yurdumuzun, kimimiz bölgemizin labirentinden çıkamıyoruz. Elin oğlu da dünyaya oynuyor, ifrit gibi her toplumun milli/yerel demeden dilini öğreniyor, kendi dilini parayla dünyaya pazarlayıp öğretiyor. “Tabiat boşluk bırakmaz” ilkesi doğrultusunda Greko-Latin ve Judeo-Christian kültürlerini evrensele dönüştürüp tek devlete, tek uygarlığa doğru dünya uluslarını dönüştürmeye çalışıyor, biz ise aynı ulusun bireyleri olduğumuz halde dünya çapındaki gelişmeleri gözardı edip birbirimizi alt etmekle meşgul oluyoruz. Memleketin nice nitelikli insanları olarak dünyaya açılıp kendi medeniyetimizin kültürel dinamiklerini sunma, ulaştırma cehdi içinde olmamız gerekirken yıllardan beri birbirimizin ayağına kurşun sıkmamıza karşın “fazilet mücadelesi” yaptığımız zannı içindeyiz. İslam tarihinde daha üçüncü halife Hz. Osman’dan beri başlayan ötekini kendi içimizden çıkartma anlayışı haşimi-emevi, Abbasiler döneminde arap-acem, sünni-şii, Anadolu Selçukluları döneminde de beylik kavgaları, devam etti. Osmanlının son dönemlerinde Batılılar bizim ümmet toplumundan ulus topluma geçişteki zaaflarımızı, yani yumuşak karnımızı öğrenip önce müslim-gayrımüslim, sonra türk-gayrı türk, Cumhuriyette cumhuriyetçi-saltanatçı, terakkici-irticacı, solcu-sağcı, sünni-alevi, kavgamızı körüklediler. Metafiziğimizin/felsefemizin olmayışı ve sorun çözme mekanizmasını işletemediğimizden dolayı birbirimizle hasım olduk. Batıda da etnik gruplar, dini mezhepler, felsefi öğretiler var ama onlar sorunlarını sorun çözüm mekanizmasını her zaman işlevsel hale getirip bu iptidai kavgaları asırlar öncesinden terk ettiler ama biz hala başımıza gelen bunca gailelerden sonra bu muzır tutumdan kurtulamıyoruz.

Layıkıyla tarih okumadığımız için ‘bilgi’nin, ‘bilme eylemi’ninbizatihi bir güç öğesi olduğunu hala anlayamadık, bu yüzden millet olma bilincine erişemedik, tarih şuuru edinemedik, ufkumuzu açamadık, fiziki vatanı teşkil ettik ama metafizik vatanı ancak büyük felaket zamanlarında algılayabildik. Düşmeden önce düşünseydik neden düştük diye düşünmeyecektik. Eğer düşmek mukadderse düşmeden önce düşünüp ayaklarımız üzerine düşelim. Düşünmeyip başımız üzerine düşmeyelim. Artık kendi bilgi ve bilincimizin çabasıyla aydınlanma evresini yakalayalım, derim.

 

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.