Konya
18 Nisan, 2024, Perşembe
  • DOLAR
    32.52
  • EURO
    34.76
  • ALTIN
    2489.3
  • BIST
    9524.59
  • BTC
    62454.95$

AMUDA KALKMAK

30 Nisan 2016, Cumartesi 10:25

Cumhuriyetle beraber sosyo - kültürel alanda, geçmişe yönelik olarak başlatılan ve bilhassa, Osmanlıya ait ne varsa yok edilsin peşin hükümlülüğü sonucu, kısa zamanda peş peşe yapılan inkılâplarla, tam batının istediği gibi olmasa da, onların dediği ve istediğine yakın şekliyle, kültürümüzün köküne kibrit suyu dökülmüş ve millet bir gecede, okuryazarlık durumunu kaybetmiş, tarihimiz, değerlerimiz, inancımız, dilimiz v.s.   öze ait uzaklaştırma ve değişim uygulamalarından birer birer nasiplerini almışlardır...  

Tarihimizin gönüllerden uzaklaştırılmaya çalışılması,  hele yakın tarihi olayların yazımının tamamen resmi anlayışa uygun hale getirilmesi ve geçmişe yönelik oluşturulan bir nefret ve husumet kasırgası sonucu, atılan tohumların meyvelerinin bugün olgunlaşmaya başladığını ve inançlar üzerinde yapılan tahribatın,” kendi kimliğine ve inancına inkâr “ şekline dönüştüğünü, körü körüne batı hayranlığı oluşturduğunu, artık bunun gizlenemez bir şekilde tezahür ettiğini görmekteyiz. Demek ki :Tarlalar önceden sürülmüş,tohumlar atılmış, atılan tohumlar  fideye,fideler de ağaçlı meyvelere dönüşmüşler, şimdi iştahla, Batılı bundan istifade etme  vakti diyor,hem de keyifle Müslümanların halini seyrederek.

Efendim neye bu konuya değindim, açıklayayım. İsmet Bozdağ’ın 16 Kasım 1974’de Milliyet Gazetesinde yayınlanan “Atatürk’ün Fikir Kaynakları” isimli eserinden bir alıntı yapmak istedim. Olay   şöyle cereyan ediyor: Yıl  1928 ya da/1929. Atatürk Yalova’da köşkte. Tarih Kitabı ile ilgili okuduğu bir kitap rahatını kaçırmıştır ve bunu Ruşen Eşref’e şöyle anlatır: “Her neyse, bugün şu kitabı okuyordum. Yazar bir yerde tarihten, zaferlerden, büyük adamlardan yoksun milletler, maddi imkânları geniş olsa da, ciddi bir sallantıya dayanamazlar, çöküp giderler “diyor. Birdenbire düşündüm,”laikiz”dedik, dinle ilişiğimizi devlet olarak kestik.”Cumhuriyetiz”dedik, rejimimizi tehlikeye düşürmemek için saltanat devrini kötüledik, kazanılmış büyük zaferleri bile birkaç satırla geçiştirmeye başladık. Latin Harflerini aldık, yeni kuşakları binlerce yıllık geçmişin hazinesinden yoksun bıraktık. Biliyorsun bunları yapmak zorundaydık biz! Batının bir parçası olmak gerekti. Ama ya açılan manevi çukurlar? Bunlar yaptıklarımızı giderek tehlikeye düşürür! Bugünün meselesi değil elbet bunlar. Ama bir yüz sene sonrasını bugünden düşünmek zorundayız. Türk soyu ve Ulusu ile kıvanacağımız varlıklarımızı tarihin tozlu raflarından indirip ortaya koymalıyız. Nasıl bir soydan geliyoruz? Neler yapmışız? Uygarlığımızın dünya uygarlığına katkısı nedir? Milli Misak sınırları içinde kalan topraklarımızın geçirdiği tarih dönemleri nelerdir? Yer altında ve yer üstünde ki hazinelerimizin envanteri nedir? Yetiştirdiğimiz büyük adamların hayatları gerçek düşünceleri nelerdir? Bütün bunları arayıp ortaya koyacak bir müesseseye ihtiyacımız var. Böylece milletimizin manevi temelleri sağlamlaşır, morali yükselir, büyük hamlelere girişir. Tarihimize ve dilimize önem vermek zorundayız.”

Bu ifadeler doğrultusunda düşünürsek bir yerlerde ipin ucunun kaçtığını anlıyoruz. Peki, madem tehlike fark edildi/sezildi ve bu açığı kapatma adına yapılması gerekenler acaba bugünkü değerlerin ışığında hakikaten yapılmış ve istenildiği gibi, rasyonel bir çerçevede oluşmuş mudur?  Ya da bunların kaçı ne oranda yapılmıştır?

Bu soruya verilecek cevabımızı aklı başında selim akılla düşünen hiç kimse “evet olumludur” diyemez, çünkü görünen köy kılavuz istemez. Her şey apaçık ortada. Gün gibi aşikâr. Özellikle, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren başlatılan, halk üzerindeki jakobenist anlayışla ve her şeyi devlet bilir mantığından hareketle, ne lazımsa biz yaparız, biz getiririz gerekliyse türünden zihinleri meşgul eden bu baskın düşüncelerle, dokunulmadık alan bırakılmamış, maalesef bundan, halkın dini inançları başta olmak üzere, camilere varıncaya kadar, her şeye rahmet okutulmuştur. Yıllardır aralıksız sürdürülen bu uygulamalar neticesinde ise: en başta halkını aydınlatmak olan ve eskimez tabirle kendilerine münevver gözüyle bakılan, ama kendi halkına düşman, zihni karmaşık, tepeden inmeci, bürokratik elit kesimin temsilcisi konumuna düşen, bilim üretme yerine siyaset yapmayı tercih eden, batıcılığı ön plana çıkaran, onu gaye edinen, halkın inançlarıyla ters yüz olmuş bir aydın tabakası karşımıza çıkıverdi. Ne değer yargılarımıza sahip çıktılar, nede insanımıza… Tarihlerine yabancı oldukları gibi hepten inkâra, kalkışıp her şeye hatta kendilerine bile yabancı hale geldiler. Ve yine Evlerimize, mahalleye, sokağımıza, işyerlerimize varıncaya kadar, batı üsluplu kavramlar hâkim oldu.   Bizim olanlar dışlanarak, tu kaka edildi. Batıya ait renkli dünyalar, insanımızın hayal dünyasını süsledi.  Ve en hazini de, Yüce Dinimiz İslamiyet ve Kitabımız Kur’anı Kerim sadece evlerimizin belli köşelerinde duvara asılı vaziyette tutularak, sadece ölüler için okunur anlayışına büründürüldü. Bazı ahkâmların günümüzde olmayacağı “Bir Bilen”  tarafından söylendi. Kısaca insanımızın zihinsel alanlarında oluşturulan baskılar sonucunda kafalarda farklı farklı “ dinimsi alanlar”  oluşturulmaya başlandı.           (devam edecek)              

 

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.